Halid b. Zeyd B. Küleyb. b. Sa’lebe b. Abd b. Avf b. Ganem b. Neccar El-Ensari el-Hazreci
(Ö: 49/669)
İsmi: Halid b. Zeyd
Künyesi: Ebu Eyyub
Annesi: Hind bint-i Sad b. Amr b. İmrilkays
Eşi: Ümmü Eyyub b. Kays b. Amr b. İmrilkays
Çocukları: Eyyub, Halid, Abdurrahman, Amre.
… Ancak karanlıklara alışan, kötülüklerle bütünleşip, onlarla tek vücut olan zalimler,
Rahmanın bahşettiği bu eşsiz lütfu fark etmediler. Onu ellerinin tersi ile itip, vahy ettiği
Kur’an-ı Kerim’i reddettiler. Bununla da kalmayarak, Kur’an-ı Kerim ile insanlar arasına
girerek, rahmeti onlardan uzaklaştırmaya çalıştılar… Hz. Peygamber’in karşısına
dikilerek elçilik görevini engellemeye kalkıştılar.
Bundan sonra büyük bir mücadele başladı. İnsanların çoğu Allah Resulünden kaçarken, az da olsa zorbaların zulümlerini hiçe sayarak, canlarını, mallarını ortaya koyan, hakikatin parlak ışıklarını görüp ona koşan insanlar vardı. Onlar Allah Resulü ile aralarına konan bütün engelleri aşarak Rahmet Peygamberi’ne ulaştılar.
Bizzat Allah’ın gözetiminde, Kur’an-ı Kerim'in ışığında, Resulün öğreticiliği ve terbiyesi ile yetiştirdiler kendilerini. Kemal merdivenlerini bir bir çıkarak Rahman’ın rızasına doğru, hızla yol aldılar. İşte dünyanın bu en bahtiyar insanlarına SAHABE dendi.
Onlar, bir taraftan iç ve dış düşmanlarla savaşırken, diğer taraftan da İslam’a girerken okuma yazma bilmedikleri halde, birçoğu kırkından sonra okuma yazma öğrendi. Kur’an-ı Kerim’i anlayarak ve yaşayarak ezberlediler. Rahman’a kulluk ettiler. Bütün bunları yaparken kendilerine, ailelerine ve çevrelerine karşı sorumluluklarını yerine getirmeyi de ihmal etmediler. İlim öğrenip, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeyi de ihmal etmediler. İlim öğrenip, Allah Resulünün binlerce hadisini ezberlediler. Onu öğrenmek ve öğretmek için inanılmaz mücadeleler verdiler. Hatta Ebu Eyyub El-Ensari gibi bazı sahabeler, tek bir Hadisin doğruluğunu tespit için bir aylık yola gidip, Hadisin doğruluğunu tespit ederek geri döndüler. Bunları yaparken tebliği da hiçbir zaman terk etmediler.
BÜTÜN BUNLAR NİÇİN?
Kur’an-ı Kerim, Hadis, hak ve hakikatin en doğru ve en güzel şekilde bize ulaşması için, onlar yalnızca bunları bize ulaştırmakla kalmayıp, onlarla ilgili görüşlerini de bize aktardılar. Tefsir, Hadis, Fıkıh… gibi bir çok ilmin temelini atarak, bu ilimleri bize kadar en güzel ve en doğru biçimde ulaştırdılar. Onlar Kur’an-ı Kerim ve Allah Resulünün öğretileriyle yalnızca kendileri aydınlanmakla kalmayıp, bizi de aydınlattılar. Hem de dünyanın dört bir tarafına giderek. Mısır’a, Suriye’ye, İran’a, Irak’a, Anadolu’ya giderek herkesi aydınlattılar. Çünkü onlar Hz. Peygamberin de dediği gibi semamızı aydınlatan yıldızdılar: “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.”
YALNIZCA BU KADAR MI?
Allah’ın Resulü ile birlikte, Rahmanın gönderdiği Kur'an-ı Kerim’i bizzat yaşayarak her konuda bizlere eşsiz örnek oldular. İnsanlığa Saadet Asrı'nı ve Kur’an Nesli'ni örnek olarak hediye ettiler. Tıpkı Hz. Aişe’nin Allah (C.C.) Resulü (S.A.S.) için dediği gibi “Onun ahlakı Kur’an ahlakıydı.” Sahabelerin ahlakı ise, onun ahlakını en güzel şekilde yansıtan örnekti.
O Kur’an’ın ifadesi ile Usve-i hasene - En güzel örnek - idi. Sahabe ise bunu yansıtan en güzel ayna. Onu taşıyan en güzel vasıtaydı.
“Andolsun ki, sizin için Allah Resulünde güzel örnekler vardır...”
“Biz seni alemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 107)
Şüphesiz ki Allah Resulü (S.A.S.) gibi, Kur’an ve iman mücadelesi veren; Kur’an’ı, sünneti ve hakkı olduğu gibi bize ulaştıran; İslam’ı en güzel şekilde yaşayarak bize örnek olan, rahmeti bize taşıyan Kur’an Nesli de, rahmet olsun diye seçilmiş bir nesildir. Onlar sözleriyle, kabirleri ile de bulundukları yere rahmettirler. Çünkü onların her biri ziyaretlerine gidenlere Allah’ı, Resulünü, Hak ve Hakikati, İman Mücadelesini, Yaşadıkları örnek hayatı hatırlatıp, bulundukları beldeye nur saçarak rahmet olmaya devam etmektedirler. Tıpkı Resul-ü Kibriya (S.A.S.)’nın dediği gibi: “Kıyamet günü Ashabı'mdan herbiri, vefat ettiği yerin belde halkı için önder ve nur olarak diriltilecektir.”
Vazgeçilmez örnek şahsiyetler olan sahabelerin her biri, farklı yönleriyle öne çıkan önemli özelliklere sahiptir. Bu sahabelerden biri de Ebu Eyyub El-Ensari’dir. O bir çok özelliği ile öne çıkan büyük sahabelerdendir.
Her şeyden önce o, çok az sayıdaki Vahiy Katiplerinden birisidir.
Allah Resulü’nün (S.A.S.) sağlığında Kur’an’ı ezberleyen, Kur’an’ı cem eden beş hafızdan birisidir.
Bir Hadisin doğruluğunu tespit için bir ay boyunca yol gidip sonra da geri dönecek kadar ilim aşığı bir sahabedir.
Yine o, Allah ve Resulü’nü (S.A.S.), yedi ay gibi uzun bir süre konuk eden ve bu yönü ile meşhur olan bir sahabedir.
Gerek Allah Resul'ü (S.A.S.) ile, gerekse onun vefatından sonrada tebliğden tebliğe koşan, ömrü tebliğde geçen, seksen yaşında İstanbul surlarına kadar gelen mücahitlerin öncüsüdür.
İstanbul’umuzda bulunan bu kadar önemli bir yıldız hakkında yazılan kitapların yok denecek kadar az olması, onlardan da haberdar olunmaması, bizi oldukça duygulandırdı. Bu durum, ne bizim misafirperverliğimize ne de Ebu Eyyub’un misyonuna uymuyordu. Onu hakkıyla anlatamayacağımızı bildiğimiz halde bu konudaki ihmali birazcık olsun gidermek ve ona dikkat çekmek için böyle bir kitap yazmaya cüret ettik.
İnşaAllah Rabbim bu cüretimizi bağışlar ve rızası doğrultusunda bir ömür sürerek, Ebu Eyyub’un bize ulaştırdığı misyona bir nebze hizmet etmiş oluruz.
GEÇMİŞLE GELECEK ARASINDAKİ ELÇİ
“’La ilahe illallah’ diyen hiç kimse, (ebedi) cehenneme girmeyecektir”
O gün Medine, coğrafi yapısı gibi sosyal yapısı itibari ile de Mekke’den farklı bir yapıya sahipti. İslam’dan önce Mekke’de yalnızca müşrik Araplar yaşarken Medine’de müşrik Araplardan başka bir de Yahudiler bulunuyordu. Yahudiler şehrin hemen dış mahallelerinde, Araplar ise şehrin içinde oturuyorlardı. Her iki millet de koyu ırkçıydı. Bu durum onların kaynaşmalarına engel oluyordu. Yüzyıllardır aynı bölgede yaşamalarına rağmen hiçbir zaman birbirleriyle dost olmamış, birbirlerine kucak açmamışlardı. Birbirleriyle ticaret yapsalar, dostluklar kursalar da ilişkileri bundan öteye geçmiyordu. Yahudiler Arapları cahil, kaba, medeniyetten uzak bulup, onları küçümsüyorlardı. Araplar da oldum olası onlardan hoşlanmıyorlardı.
Medine’nin içinde yaşayan Araplar zaman içinde iki büyük kabile haline gelmişlerdi. Bunlardan biri EVS, diğeri ise Ebu Eyyub El-Ensari’nin de mensubu olduğu HAZREÇ kabilesiydi. Bu iki kabile sürekli çekişir, aralarındaki kavga hiçbir zaman bitmezdi. Hatta bazen işi büyüterek, birbirleriyle kıyasıya savaşırlardı.
Kabileler de çeşitli sülalelerden oluşurdu. On iki sülaleden oluşan Hazreçlilerin en kalabalık ve en meşhur sülalesi Neccaroğulları idi. Allah Resulü’nün (S.A.S.) yaşadığı dönemde Neccaroğulları’nın reisi ise Zeyda b. Küleyb’ti. Zeyd çok akıllı, cömert, iyiliksever, çevresinde sevilen, sayılan ve sözüne itibar edilen bir kişiydi. O da kabilesindeki insanları çok sever, onlara iyi davranır, kimsenin kalbini kırmazdı. Ailesine karşı da çok şefkatli ve merhametliydi. Onlara değer verir, hiçbir zaman onları incitmezdi. Eşi Hind’e karşı çok özel bir sevgisi vardı. Oğlu Halid doğunca ona olan bu sevgisi daha da arttı.
Halid diğer çocuklardan çok farklıydı. O çok akıllı, zeki, sorumluluklarının idrakinde olan ve onları en güzel şekilde yerine getirmeye çalışan bir çocuktu. Bu özelliklerden dolayı babası ona ayrı bir önem verir, onunla özel olarak ilgilenirdi. Bunun için babası, çok değer verdiği, gözünden bile sakındığı, manevi değeri çok büyük olan özel emaneti ona verdi. Halid biraz büyüyüp söylenenleri anlayacak, sır tutabilecek yaşa gelince babası ona, büyük büyük dedelerinden kendisine kadar gelen özel emaneti göstererek, kendisi vefat ederse ona sahip çıkmasını sıkı sıkıya tembih etti. Sonra da dedelerinin elden ele kendisine kadar ulaştırdığı bu emanetle ilgili özel hikayeyi ona anlattı. Ebu Eyyub babasının ona duygulanarak, gururla anlattığı, geçmişle gelecek arasında çok önemli bir köprü olan bu mektubun hikayesini can kulağı ile dinledi.
ESRARENGİZ MEKTUP
İbn-i İshak ve daha pek çok tarihçinin anlattığına göre, yüzyıllar önce kendilerine Tubba denilen Yemen krallarından üçü Kabe’ye saldırmaya kalkışır. Bunların sonuncusu ise Es’ad b. Ebu Karib’dir. Allah Resulü’nün (S.A.S.) Medine’ye hicretinden 700 yıl önce meydana gelen bu olay şöyle cereyan eder: Es’ad b. Ebu Karib çıktığı seferlerinden birinden dönerken Medine’ye uğrar. Orada konaklayıp ordusunun ihtiyaçlarını temin ettikten sonra yoluna devam eder. Burada kaldığı sürede Medineliler ona ve ordusuna çok iyi davranıp, güzel hizmette bulunurlar. Tubba da kimseye dokunmaz. Hatta Medinelilerin ona yaptığı bu ikram ve misafirperverlikten çok memnun kalıp, oğullarından birinin Medine’de kalmasına izin verir.
Medine’den ayrıldıktan sonra çevresindeki kabilelerle savaşa devam eden Es’ad b. Karib kısa sürede bütün Yemen’i hakimiyeti altına alır. O Yemen’i istila ederken Medine’de bulunan oğlu, bölge halkından biri ile kavgaya tutuşur, iş büyüyünce kendisine tuzak kurularak öldürülür. Seferden döndükten sonra Medine’de bulunan oğlunun bir suikast sonucu öldürüldüğünü öğrenen Es’ad buna çok kızar. Ordusuna emir vererek hemen sefer hazırlıklarına başlanır.
Kızgınlıktan yerinde duramayan Es’ad b. Karib bir an önce Medine’ye gidip orayı yerle bir etmek ister. Ordu yola çıkıp Medine’ye varınca vakit geçirmeden hemen kuşatma emrini verir ve büyük bir savaş başlar. Medineliler şehri teslim etmeyip yurtlarını kahramanca savunurlar. Ancak fazla direnemeyecekleri de açıktır. Şehrin yerle bir olacağını anlayan Kureyza Yahudilerinin önde gelen iki alimi bu katliamı önlemek için Yemen Tubbası (Kralı) Es’ad ile konuşmaya karar verirler. Uygun bir zamanda izin alıp Tubba’nın huzuruna çıkarlar. Ona: “Ey kudretli Yemen Hükümdarı! Medine’yi yerle bir etme fikrinden vazgeçip kuşatmayı kaldırsan bu senin için daha iyi olur. Yoksa ordunla birlikte felakete uğrar, burada yok olup gidersin,” derler. Tubba bu sözleri hayretle dinledikten sonra: “Niçin?” diye sorar. Yahudi alimler: “Çünkü burası Mekke’den çıkacak olan peygamberin hicret edeceği bir yerdir,” diyerek Allah Resulü (S.A.S.) hakkında ona bilgi verirler.
Tubba, Yahudi alimlerin samimiyetlerine ve anlattıklarına inanır. Zaten daha önce Medinelilerin gece olup da, savaş durunca askerlerine yemek göndermelerinden çok etkilenmiştir. Bunun için de onları öldürmek istemez. Alimlerin sözünü dinleyerek kuşatmayı kaldırır. Yahudi alimlerini de yanına alarak ordusuyla birlikte Mekke’ye doğru yola devam eder. Mekke’ye yaklaştığında, Emec mevkiinde Huzeyl b. Müdrike oğullarından iki kişi ile karşılaşır. Bu adamlar Tubba’yı aldatarak, ona - Kabe’yi kastederek - Mekke’de bir binanın içinde bir oda bulunduğunu, bu odanın inci, mercan, yakut, altınla dolu olduğunu söylerler. Onu kışkırtarak Mekke’ye saldırmaya ikna ederler.
Tubba Mekke’ye baskın yapmaya karar verince birden şiddetli, kızgın bir çöl rüzgarı çıkıp etrafı altüst eder. Ordu bir anda darmadağın olur. Kurulan çadırlar yıkılır, eşyaları ve hayvanları kaybolur. O sırada Tubba’ya eşlik etmekte olan Yahudi alimleri bu durumdan şüphelenerek Kralın huzuruna çıkıp: “Kralım! Kabe’ye saldırma planı mı yaptınız?” diye sorarlar. Tuba: “Evet, Huzeyl b. Müdrike oğullarından olan şu adamların tavsiyesiyle Kabe’ye saldırmayı planlıyordum,” der. Yahudi alimleri: “Çok yanlış bir karar almışsınız, ona saldıran mutlaka cezalandırılır,” diyerek Kralı bu planından vazgeçirirler. Kral o gece bazı rüyalar görür. Bu rüyaları Yahudi alimlerine anlatır. Onların tavsiyesi ile güzel bir örtü yaptırarak onu Kabe’ye örttürür. Ayrıca ona bir kapı ve bir anahtar yaptırır. Birkaç gün Mekke’de kalan Tubba bu zaman içinde Mekkeliler gibi Kabe’yi tavaf ederek, onu güzel bir bakımdan geçirtir. Kabe için yapmak istediklerini tamamladıktan sonra Yemen’e dönmek üzere ordusu ile yola çıkar.
Yahudi alimlerinin Kabe ve Son Peygamber hakkında anlattıkları onu çok etkilemiştir. Yol boyunca bu konuda sorular sorarak onlarla sohbet eder. Medine’ye varınca, burada bir süre konaklayan Tubba, adamlarına Yahudi alimleri ve gönderilecek Son Peygamber için güzel birer ev yapmalarını emreder. Ev yapılıp bitirildikten sonra, Yahudi alimlerini yanına çağıran Tubba onlara evlerini teslim eder ve onlara ağzı altın bir mühürle kapatılmış bir mektup verip: “Bunu benim için, gönderilecek olan Son Peygambere teslim ediniz. Eğer siz ona ulaşamazsanız, çocuklarınız; onlar ulaşamazsa onların çocukları versin. Ama mektubu mutlaka ona ulaştırınız. Emanetimi mutlaka sahibine teslim ediniz. Şu evi de onun için yaptırdım. Medine’ye hicret ettiğinde burada istirahat buyursun,” der.
Onun vermiş olduğu bu mektup babadan oğula geçerek, Tubba’ya tavsiyelerde bulunan alimlerin soyundan gelenlerde bu emaneti arap soyundan gelen Ebu Eyyub El-Ensari’nin dedelerine vasiyet etmişlerdir, ulaşmasını sağlamak içinde dededen babaya babadan oğula ta ki Ebu Eyyub El-Ensari eline ulaşana kadar.
Tubba’nın Allah Resulü (S.A.S.) için yazdığı mektupta şunlar yazılıydı: “Ben Ahmed’in Allah tarafından gönderileceğine kesin olarak inanıyorum. Ona yetişebilseydim, onun yardımcısı olmayı çok isterdim. Yeryüzünde bulunan insanların ona iman etmeleri için elimden geleni yapardım. Onun düşmanları ile savaşır, zor durumlarda hep onun yanında olurdum. Biliyorum ki O da, ümmeti de Zebur’da bizzat ismi ile anılan kişidir. Şüphesiz ki ümmetlerin en hayırlısı Ahmed’in ümmetidir.”
Çağlar öncesinden gönderilen bu güzel sözler, aradan yüzyıllar geçse de sahibini buldu. Onun yazıp da yüzyıllar öncesinden kendisine gönderdiği bu mektubu, sahabesine okutturan ve manen o bahtiyar insanın uzattığı eli tutup biatini kabul eden, yaptırdığı evde konuk olan Allah Resulü (S.A.S.), onun müslüman olduğunu tasdik ederek; şöyle buyurdu: “Tubba’ya sövmeyiniz! Çünkü o Müslüman olmuştu.” Yine, Kabe’ye yaptığı hizmetinden dolayı onu anan Hz. Peygamber: “Tubba, Es’ad El-Himyeri”ye sövmeyiniz! Çünkü o Kabe’ye örtü örten ilk kişidir,” buyurdu.
MEDİNE’NİN NURU MUHAMMED İLE İLK BULUŞMASI
Allah Resulü’nün (S.A.S.) ulu dedesi Haşim güzel bir yaz günü telaşla sağa sola koşturuyor, etrafına emirler yağdırıyordu. Büyük bir ticaret kervanı ile uzun bir yola çıkılacaktı. Yoğun ve yorucu bir çalışmadan sonra nihayet hazırlıklar tamamlanıp yola çıkıldı. Sıcağa aldırış etmeden yola devam eden kervan, birkaç gün sonra Medine’ye ulaştı. Vakit kaybetmeden doğruca Nabt pazarına indiler. Develerini çözüp uygun bir yere yerleştikten sonra işe koyuldular. Önce insanların alış-veriş yaptığı çarşıya gidip orayı şöyle bir kolaçan ettiler.
Çarşı çok kalabalıktı. İğne atsan yere düşmez bir haldeydi. İnsanlar hararetli hararetli pazarlıklar yapıyor, satış yapmak için kendilerini paralıyorlardı. Mallarını sergilemek için kendine güzel bir yer bulan Haşim, adımlarını toplayarak mallarını güzelce tezgaha dizdirdi. Hızla satışa başladılar. Bir taraftan getirdikleri malları satıyor, diğer taraftan da Medine hurması ve ihtiyaç duydukları şeyleri satın alıyorlardı.
Adamlarına görev taksimi yapıp, onları işlerinin başına yerleştiren Haşim, onları satış yapmak üzere müşterilerle baş başa bırakarak çarşıyı gezmeye başladı. Çarşının üst tarafına geldiğinde birden, gözü güzeller güzeli bir hanıma kaydı. Alışveriş yapan bu narin bayanı görünce kalbi küt küt atmaya başladı. Kalbi heyecandan duracak gibiydi. Bir taraftan kalbine söz geçirmeye çalışıp, onu sakinleştirmek için uğraşıyor, diğer taraftan da meraktan çatlıyordu. Acaba evli miydi?, Kimin kızıydı?, Ona varır mıydı?. Kalbinin içinde sürekli dolaşan sorular bir türlü bitmiyordu. Birinin yanına yaklaşarak sessizce sormak istiyordu onun kim olduğunu. Bu arada kalp atışları iyice hızlanmıştı. Ya evliyse?, O zaman ne yapacaktı?...
Kendi kendine, “Bunları düşünmenin zamanı değil! Hadi git sor!” diyerek cesaretini topladı. Bir adamın yanına yaklaşarak titrek bir sesle, korka korka: “Şu hanım bekar mı, yoksa evli mi?” diye sordu. Adam Haşim’e uzun uzun baktı. Haşim heyecanından titriyordu. Adam: “Bekar,” deyince Haşim derin bir “Oh..” çekti. Adam konuşmasına devam etti: “O, daha önce Evs kabilesinin ileri gelenlerinden Uhayha b. Cülah ile evliydi. Ondan boşanınca dul kaldı. Ondan sonra bir daha evlenmedi. Ancak o, kavmin soylularındandır. Kolay kolay kimseye “evet” demez. Dese bile boşanma hakkını erkeğe vermez. Evlendiği kişinin ahlakını beğenmezse, ondan hemen ayrılır.”
Adam Haşim’in soru sormasına fırsat vermeden konuşmasına devam ediyordu:
“O çok yiğit bir kadındır. Kocasının ailesi ile, kendi ailesi Neccaroğulları arasından bir anlaşmazlık oldu. Aralarında kan döküldü. Kocası adamlarını toplayıp Neccaroğulları’na baskın yapmak için plan yaptı. Durumu fark eden şu gördüğün hanım, gece eşi uykuya dalar dalmaz yataktan sessizce süzülüp kendine sağlam bir ip bulup, hisardan aşağı inmiş ve doğruca Neccaroğulları’nın yanına giderek durumu onlara bildirmiş. Eşi durumu fark etmesin diye de, aynı gece hemen geri dönüp tekrar yatağına yatmış. Sabah olup eşi adamları ile baskına gittiğinde, herkesi silahlı olarak karşısında görünce şaşırmış ve savaşmadan geri dönmüş. Baskını onlara kimin haber verdiğini araştırmaya başladığında ise, bunu yapanın eşi olduğunu anlamakta gecikmemiş. Eşinin yaptıklarına çok kızan adam onu yoruluncaya kadar dövmüş sonra da boşamış.”
Adamı heyecanla dinleyen Haşim: “Hanımın adı ne?” diye sordu. Adam: “Selma, Amr b. Zeyd’in kızı. O, Hazreçliler’in Neccaroğulları kolundandır. Onlar, Yemen krallarının soyundan geliyorlar,” dedi.
Selma hanımın kimin kızı olduğunu öğrenen Haşim buna çok sevindi. Çünkü kadının babasını çok iyi tanıyordu. Üstelik kadının babası ile kendi babası iki eski dosttu. Adama teşekkür eden Haşim, onun yanından ayrılarak vakit kaybetmeden hemşerilerinin yanına döndü. Durumu onlarla istişare ettikten sonra, Selma’ya talip olmaya karar verdi. Yanına bir iki arkadaş alan Haşim, doğruca Selma hatunun babası Amr b. Zeyd’in yanına gitti. Konuyu Amr’a açıp kızını ondan istedi. Bu tekliften çok memnun olan babası, durumu kızı Selma’ya anlattı. Selma hatun, Haşim’in soylu ve iyi bir insan olduğunu öğrenince, zihninde bazı sorular olsa da teklifi çok olumlu karşıladı. Haşim’le karşılaşıp onun yüzündeki Nur-u Muhammedi’yi (S.A.S.) görünce zihnindeki bütün şüpheler gitti. Hiç tereddüt etmeden hemen “Evet” dedi.
Konuşmalar yapıldıktan sonra nikah kıyıldı. Selma hatunun, eşinden sadece bir isteği oldu. Ona, doğumunu babasının evinde yapmasına izin vermesini şart koştu.
Haşim’in yüzündeki nurun, ilahi nur olduğunu fark eden Selma hatun, bir an önce eşinin yanına varmak, o nurla şereflenmek istiyordu. Haşim Medine’de eşinin evinde gerdeğe girdi. Kırk kişiye düğün yemeği veren Haşim, bir müddet daha Medine’de kaldıktan sonra ticaret kervanı ile birlikte yola devam etti. Kervanla Şam’a giden Haşim, mallarını satınca Medine’ye geri döndü. Eşini de yanına alarak Mekke’ye doğru yola çıktı.
Selma hatun muradına ermişti. Nur-u Muhammedi (S.A.S.) Haşim’den kendisine geçmişti. Kendisini bilmese de o artık kainatın, hatırına yaratıldığı Peygamberler Sultanı Hz. Muhammed’in (S.A.S.) dedesine hamileydi. Tam olarak bilmese de hissettiği bu şeref, onu çok, ama çok sevindiriyordu. Doğum günleri yaklaşınca eşini yanına alan Haşim Medine’nin yolunu tuttu. Bir süre sonra dünyanın en güzel, en mutlu çocuğu doğdu. Hz. Peygamber’in (S.A.S.) nurunu taşıyan bu çocuğa babası “Şeybe” adını verdi. Birkaç gün Medine’de kalan Haşim, yine ticaret için arkadaşları ile birlikte Şam’a gitti. Gazze’ye vardıklarında Haşim hastalandı. Bir süre sonra o da torunu Abdullah gibi gurbet ellerde öldü. Arkadaşları onu Gazze’ye defnedip geri döndüler. 25 yaşındaki gencecik eşini kaybeden Selma hatun eşinin ölüm haberini alınca yıkıldı, yaşama sevinci kayboldu. Ancak çaresizdi, kadere boyun eğmekten başka yapacağı bir şey yoktu.
Şeybe babasının ölümünden sonra 7-8 yaşına kadar annesi ile birlikte Medine’de kaldı. O bütün Medinelilerin sevgilisi olmuştu. Alnındaki Nur-u Muhammedi (S.A.S.) pırıl pırıl parlıyordu. Gece karanlığında bile yüzü apaçık görünüyordu.
Sabit b. Münzir adındaki Mekkeli bir tüccar, ticaret için Medine’ye gittiğinde, Şeybe’yi dayılarının oğulları Ebu Eyyub El-Ensari’nin dedeleri ile oynarken görür ve Mekke’ye gelince amcası Muttalib’in yanına giderek yeğenini gördüğünü söyler. Ona çocuğun durumunu anlatır. Onu dinleyince çok duygulanan Muttalib, hemen hazırlık yaparak Medine’ye gider.
Yıllar sonra torunu Muhammed’in (S.A.S.) konuk olacağı Neccaroğulları’nda konuk olan, orada dayılarının oğulları ile oynayan Şeybe’nin, artık baba yurduna gitme zamanı gelmişti. Amcası Medine’ye giderek Şeybe’yi dayılarından isteyince, annesi ondan ayrılıp, onu Mekke’ye göndermek istemedi. Ancak, amcasının ısrarlarına daha fazla dayanamayarak oğluna iyi bakacağına dair söz aldıktan sonra Şeybe’yi amcasına teslim etti.
Olaylardan haberleri olmayan Mekkeliler, Şeybe’yi Muttalib’in yanında görünce onu satın aldığını sandılar. Bunun için Şeybe’ye, “Muttalib’in kölesi” anlamına gelen “Abdulmuttalib” dediler. Bundan sonra da onu bu şekilde çağırdılar. Zamanla bu lakap Şeybe’nin gerçek ismini unutturdu.
İLK YARDIM
Haşim’in ölümünden sonra Mekke’yi kardeşi Muttalib yönetmeye başladı. Mekke halkı Haşim gibi Muttalib’den çok memnundu. Onu çok seviyor, ona karşı saygıda kusur etmiyorlardı.
Aradan yıllar geçmiş Abdulmuttalib büyüyüp genç delikanlı olmuştu.
Bir gün ticaret için Yemen’e gitmeye karar veren amcası Muttalib, yeğeni Abdulmuttalib’i yanına çağırarak ona: “Ey kardeşimin oğlu! Babanın yerine geçmeye sen herkesten daha çok layıksın. Haydi kalk! Mekke’nin yönetimini üstlen!” diyerek görevini ona devretti.
Mekke’den ayrılan Muttalib, Yemen’e doğru yola çıktı. Bir süre sonra Yemen’in Redman mevkiinde vefat etti.
Muttalib’den sonra Sikaye ve Rifade hizmetlerini üstlenen Abdulmuttalib, hacıları yediriyor, onlara zemzem, süt ve bal şerbeti ikram ediyordu. Her geçen gün Mekkelilerin daha fazla sevgisini ve takdirini kazanıyordu.
Abdulmuttalib’i kıskanan amcası Nevfel, Muttalib’in vefatından bir süre sonra yeğeninin babasından kalan arazisine el koydu. Duruma çok üzülen Abdulmuttalib, Kureyş’in ileri gelenlerinden yardım istedi.
Ancak onlar: “Biz amca-yeğen arasına girmeyiz!” diyerek ona yardım etmekten kaçındılar.
Çaresiz kalan Abdulmuttalib bir mektup yazıp durumu Medine’deki dayılarına bildirdi. Mektup Neccaroğulları’ndan olan dayısı Ebu Es’ad b. Udes’in eline ulaştı.
Ebu Es’ad yeğeninden gelen mektubu okuyunca, gözyaşlarına hakim olamadı. Hemen yanına 80 süvari alarak Mekke’ye doğru yola çıktı. Dayılarının geldiğini haber alan Abdulmuttalib, onları şehrin dışında karşılayıp evine buyur etti.
Dayısı: “Nevfel’i görüp, senin hakkını almadıkça hiçbir yere gitmem!” dedi. Yanındaki adamları ile birlikte doğruca Kabe’ye gitti.
Orada oturan Nevfel’in başına dikilip, kılıcını sıyırarak: “Yeğenimize zulmetmekten vazgeçip ona karşı insaflı olsan!” diye çıkıştı. Sonra: “Şu beytin Rabbine yemin ederim ki, ya yeğenimizin Erkah’daki arazisini geri verirsin, ya da seni hemen şuracıkta öldürürüm!” dedi.
Nevfel bir anda karşısında Medineli 80 babayiğidi görünce çok korktu. Hemen onlardan özür dileyerek Abdulmuttalib’in arazisini kendisine geri verdi. Yeğenlerinin hakkını alan dayıları: “İşte şimdi misafirin oluruz,” diyerek Abdulmuttalib’in evinde üç gün misafir oldular. Umrelerini yapıp Medine’ye geri döndüler.
Abdulmuttalib’in fazla çocuğu olmadığı için bazı Mekkeliler sürekli onun hakkını yemeye, onu ezmeye çalışıyorlardı. En son Zemzem Kuyusunu elinden almaya kalkıştıklarında, Allah’a adak adayarak “Eğer on çocuğum olursa onlardan birini kurban edeceğim” dedi.
Gerçekten de 10 çocuğu oldu. Onlardan biri de Allah Resulünün babası Abdullah idi. Büyüyüp genç delikanlı olunca, ticaretle meşgul olmaya başlayan Abdullah, evlilik vakti gelince Kureyş’in en asil, en güzel ve en ahlaklı kızı olan Amine ile evlendi.
EBEDİ MİSAFİR
Allah Resulü’nün (S.A.S.) babası Abdullah, Amine annemizle evlendikten bir süre sonra, Kureyş kafilelerinden birine katılarak ticaret için Şam’a gitti. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra nihayet Şam’a vardılar. Bir süre dinlendikten sonra pazara giderek birkaç gün içinde mallarını satıp, yerine yeni mallar satın aldılar. Alışverişleri bitince orada fazla beklemeden hazırlıklarını yapıp Mekke’nin yolunu tuttular. Kavurucu çöl sıcağına daha fazla dayanamayan Allah Resulü’nün (S.A.S.) babası Abdullah, yolda hastalandı. Hastalığı gittikçe ağırlaşıyordu. Arkadaşları onun Mekke’ye gitmesini doğru bulmadılar.
Onu bir an önce Medine’ye ulaştırmaya karar verdiler. Doğruca oraya giderek Abdullah’ı Medine’de bulunan dayılarının evine götürdüler. Abdullah’ı o halde gören dayıları çok üzüldü. Hastalığına çare aramak için çok uğraştılarsa da, bir çare bulamadılar.
Hastalığı gün geçtikçe ağırlaşan Abdullah arkadaşlarına: “Siz gidin. Ben bir süre daha dayılarımın yanında kalayım,” dedi. Abdullah’ın ısrarı üzerine, arkadaşları Mekke’ye geri döndüler. Mekke’ye gelince doğruca babası Abdulmuttalib’in yanına giderek, oğlunun durumunu ona anlattılar. Abdulmuttalib haberi duyunca büyük bir üzüntüye kapıldı. Vakit kaybetmeden hemen oğlu Haris’i Medine’ye gönderdiyse de o Medine’ye ulaşamadan Abdullah vefat etmiş ve Neccaroğulları’ndan Nabiğa’nın evine defnedilmişti. Böylece Allah Resulü (S.A.S.), Ebu Eyyub El-Ensari’ye misafir olmadan önce, babası - hem de - ebedi olarak Ebu Eyyub El-Ensari’nin bağlı olduğu oymağa misafir oldu.
MEDİNE’NİN BAĞRINDAN ÇIKAN YİĞİT
“Sevabın büyüklüğü, karşılaşılan bela ve musibetin büyüklüğüne göredir. Allah bir milletten razı olursa onu bazı sıkıntılarla imtihan eder”
Allah Resulü’nün (S.A.S.) babası Abdullah’ın Medine’de vefat ettiği yıllarda, dayılarından Küleyb’in bir oğlu oldu. Küleyb, Zeyd ismini verdiği bu çocuğun doğumundan dolayı çok sevindi.
Zeyd’i diğer çocuklarından daha fazla seven Küleyb, onun eğitimine özel bir önem verdi. Aslında Küleyb farkında olmasa da, ilahi kader ağlarını örmeye çoktan başlamıştı. O çocuğunu eğitirken, farkında olmadan Kainatın Efendisini (S.A.S.) evine konuk etmeye hazırlıyordu. 40-50 yıl sonra torunu Ebu Eyyub El-Ensari’nin konuk edeceği o kutlu misafire şimdiden hazırlık yapılıyordu. O iyi yetişmeliydi ki, Ebu Eyyub El-Ensari’yi, kutlu konuğu en güzel şekilde ağırlayabilecek biçimde yetiştirebilsin. İlahi kader Zeyd’in babasını kendisi ile ilgilenmeye yönelttiği gibi, kendini de oğlu Halid (Ebu Eyyub El-Ensari) ile ilgilenmeye yöneltti.
Zeyd, oğlu Halid’de gördüğü özel kabiliyet ve cevherden dolayı onunla yakından ilgilendi ve onun iyi bir şekilde yetişmesine özen gösterdi. Ona gelenek ve göreneklerini anlatıp, zaman zaman da ataları hakkında bilgi verdi. Yine bir gün atalarının hayatını anlatırken ona, ninelerinden biri olan Selma hanımın Mekke’nin ileri gelenlerinden Haşim adında birisi ile evlendiğinden bahsetti. Kendilerinin Haşim ve onun torunlarının dayıları olduğunu söyledi. Onlarla yaşadıkları anıları tek tek anlattı. Onlarla olan yakınlıklarını ve onlara duydukları sevgiyi belirterek, kendisinin de onlarla ilişkisini kesmeyip, yardıma ihtiyaçları olduklarında yardımlarına koşmayı ihmal etmemesini sıkı sıkıya tembih etti.
Yine bir gün Halid’i yanına alarak, ona önceden bahsettiği Haşim’in torunu Abdullah’ın mezarını ziyarete gitti. Onun yanına vardıklarında babası çok duygulanmıştı. Dedeleri Haşim’in Medine’ye gelişinden başlayarak, Abdulmuttalib’in babalarından yardım istemesine, Abdullah’ın Medine’ye gelip, orada hastalanarak ölümüne kadar olan bütün hikayeyi Halid’e anlattı.
Yıllar su gibi akıp gidiyordu. Halid büyümüş genç delikanlı olmuştu. Aklı, kişiliği, ahlakı ile öne çıkan Halid, kavmi tarafından çok seviliyordu. Çevresi ve ailesi ile ilişkileri iyi olduğundan halinden oldukça memnundu. Ancak Hazreçliler ile Evsliler arasında durmadan yapılan savaşlar, bütün Medineliler gibi onu da çok üzüyor, derinden etkiliyordu. BAUS SAVAŞI denen bu savaş başladığından beri hiç kimsede huzur kalmamıştı. Aynı havayı teneffüs eden, aynı şehri paylaşan, caddede sokakta sürekli birileri ile karşılaşan bu insanlar, bir türlü kardeş kavgasına son vermiyorlardı. Pek çok kimse savaşın bitmesi için uğraştıysa da bütün girişimler boşa çıkıyordu.
Akşam olup da herkes evlerine çekildiğinde, baskın korkusundan hiç kimse rahat bir uyku uyuyamıyordu. Gündüz sokakta, çarşı pazarda dolaşırken, işinde bahçesinde çalışırken huzursuz olan Medineliler, gece de evlerinde tedirgindiler. Bu durum yıllarca sürdü. İnsanlar korku içinde yaşamaktan bıkmışlardı. Ama hayat durmuyordu. Korku içinde olsalar da düğün, bayram, çalışma, matem aynen devam ediyordu. Nitekim savaş devam ederken Halid anne tarafından akrabası olan Kays b. Amr’ın kızı ile evlendi. Savaşlardan dolayı huzursuz olsa da, dünya güzeli, melek yüzlü, son derece ahlaklı bir hanımla evlendiği için çok sevinçliydi. Adeta dünyalar onun olmuştu.
Halid tahmininde yanılmamış, eski savaşı unutturacak kadar onu mutlu etmişti. Eşinden ve evlilik hayatından oldukça memnundu. Evliliklerinin hemen ilk yıllarında nur topu gibi bir çocukları olunca evleri daha şenlendi, mutlulukları kat kat arttı. Çocuklarına Eyyub ismini koydular.
Araplarda ilk çocuğun isminin künye olarak anne babaya verilmesi adetti. Halid ve eşine, bu adetten dolayı ‘Ebu Eyyub (Eyyub’un Babası)’ ve ‘Ümmü Eyyub (Eyyub’un Annesi)’ denmeye başlandı. Künyeleri isimlerinden daha fazla kullanıldığından dolayı her ikisi de; Ebu Eyyub El-Ensari diye künyeleri ile meşhur oldular.
Ebu Eyyub evine gelip kapısını kapayıp, eşi ve çocukları ile baş başa kalınca çok mutlu oluyordu. Ancak bir taraftan bitip tükenmeyen savaşlar, diğer taraftan da her gün biraz daha bozulan toplum Ebu Eyyub’un canını çok sıkıyor, onu huzursuz ediyordu. İçki, kumar, zina alabildiğine yaygınlaşmış; zulüm, haksızlık, haset, kin ayyuka çıkmıştı. Fakirler ve yetimler gözetilmediği gibi güçlüler zayıfları sürekli eziyordu. Kimsede huzur kalmamıştı.
Birkaç kişinin dışında kimsenin okuma yazma bilmediği Medine’de, cehalet toplumu kasıp kavuruyordu. Toplum alabildiğine yozlaşmış, düzen diye bir şey kalmamıştı. Neredeyse hiç kimse düşünerek hareket etmiyor, insanlar körü körüne atalarını taklit ediyordu. Vahyin ışığından yüzyıllardır yoksun olan bu topraklarda insanlar, çölde buldukları taşlara, elleri ile yonttukları ağaçlara hatta helvadan yapıp acıkınca da yedikleri putlara tapıyorlardı.
Kıra çıkan Araplar, buradan kendilerince beğendikleri bir takım taşlar buluyor, onları eve getirerek güzelce silip temizleyip kendilerine put yapıyorlardı. Sonra da karşısına geçip ona tapıyorlardı. Ya da bir ağaç bularak onu yontuyor, kendilerince put haline getiriyor, sonra temizleyip ona tapıyorlardı.
Ebu Eyyub El-Ensari de adet olduğu üzere kavmi gibi putlara tapıyordu. Ancak zaman zaman yaptığı bütün bu akıl dışı şeyleri düşündükçe yüreği burkuluyor, huzuru kaçıyordu. Bazen beynini kemiren bu huzursuzluktan uzun süre kurtulamıyordu.
Bu düşüncelerden ne kadar kaçarsa kaçsın çölde bulduğu bir taşı tanrı yapıp, ona tapınma saçmalığını kendinden gizlese, içine düştüğü şüpheyi kalbinden söküp atmaya çalışsa da, onu hakikate çağıran, kapısını çalarak, kendi tanrısını kendisinin yaptığını, bunun da aptallığın ta kendisi olduğunu söyleyip duruyordu kendisine…
Şüphe içini bir kurt gibi kemiriyordu. Peki neye tapmalıydı?, Kime ibadet etmeliydi?, Onun tanrısı kim olmalıydı?, Acaba ay mı yoksa güneş mi?
Hayır, hayır, hiç birine gönlü “Evet” demiyordu. En iyisi atalarının dinine uymaya devam etmekti. Ama şüphe bir türlü peşini bırakmıyor, gölge gibi sürekli onu takip ediyordu.
Putu kendisiyle konuşmuyordu. Aslında onu duymuyordu da… O kendine bile bakmaktan acizdi. Kaldırıp yere atsa paramparça olmaktan kendini kurtaramayacaktı. Bu kadar aciz bir varlığa nasıl tanrı diyebiliyor, karşısına geçip nasıl ona tapıyordu? Ama herkes tapıyordu ya… Aklı başında sözü sohbeti dinlenen, zeki insanlar bile onlara tapıyordu. Ataları da tapmıştı.
Herkes akılsız mıydı?, Yoksa herkesin mi kemiriyordu kurt içini?, Herkeste huzursuz muydu?
Yıllarca sorup durdu bu soruları kendi kendine. Sonunda yoruldu, sormaz oldu. O da atalarının dinine sarılmış gibi yapıp, topluma ayak uydurdu. Zaten ne yapabilirdi ki? Yanlış veya doğru, hayatını bir şekilde yaşamalıydı. Hem şimdi bunları düşünme zamanı değildi. Ocakları yıkan, genç delikanlıları canından eden, eşlerini dul, çocuklarını yetim bırakan şu savaşa bir çare bulmalıydılar. Ama nasıl?
Bu soruyu bütün Medineliler gibi Ebu Eyyub El-Ensari de durmaksızın kendine soruyor, ama bir türlü cevap bulamıyordu. Ancak diğer insanlardan farklı olarak Ebu Eyyub, Medinelileri yakan bu ateşin sönmesinin, babasının kendisine verdiği mektupla çok yakından ilgili olduğuna inanıyordu. Büyük bir manevi değer olduğunu düşündüğü için de ataları gibi o da mektubu açıp ne yazdığına bakmıyordu...
İLAHİ PLANIN TECELLİSİ
“Ey Ebu Eyyub! Sana Allah’ı ve Resulünü çok memnun eden bir sadaka şekli söyleyeyim mi? İnsanlar birbirlerine düştükleri ve bozuştukları zaman aralarını bulmaya çalış.”
Medineliler Baus savaşı ile perişan olduğu sıralarda Mekke’de başka bir yangın vardı. Gücü elinde bulunduran Mekkeli müşrikler. “Rabbim Allah’tır” demekten başka suçları olmayan Müslümanlar onlara karşı büyük bir sabır göstererek, dünya tarihinde görülmeyen eşsiz bir sivil direniş sergiliyorlardı. Mekkeli müşrikler, bu direniş karşısında aciz kaldıkça hırçınlaşıyorlar, her geçen gün zulümlerini biraz daha artırıyorlardı.
Müşriklerin zulümleri dayanılmaz boyutlara ulaşınca, Allah Resulü (S.A.S.) Müslümanlara, Habeşistan’a hicret etmelerini söyledi. Habeşistan’a hicret etmek, tıkanan İslam mücadelesi yolunu bir süreliğine açtı. Bir müddet müşriklerin öfkesi azaldı, zulümleri hafifledi. Ancak bu fazla uzun sürmedi. İslami davetin durmadığını, İslam’ın yayılmaya devam ettiğini görünce, yeniden işkenceye başladılar. İşkenceleri inananların çelik gibi sert sabır ve iradelerine çarptıkça çılgına dönen müşrikler, bu kez kadın erkek, çocuk genç yaşlı demeden bütün Müslümanları ve onları destekleyen Haşimoğulları’nı bir mahallede ikamete mecbur bırakarak orada abluka altına aldılar. Onları dünyadan tecrit ederek, üç yıl boyunca çoluk çocuk herkesi açlıktan perişan ettiler. Çocukların çığlıkları en katı kalpleri bile sızlatıyor, vicdanlarını yaralıyordu. Ama zalimlerin kılı bile kıpırdamıyordu. Kalpleri adeta taş kesilmişti. Sonunda bazı müşriklerin insafa gelerek, ön ayak olması ile abluka kaldırıldı. Ancak, abluka kaldırılsa da müşriklerin baskı ve işkenceleri halen devam ediyordu. Hatta bir süre sonra zulümleri daha da arttı. Üstelik o günlerde Hz. Peygamber (S.A.S.) kendisini canla başla koruyan amcası Ebu Talib’i, ardından da en büyük manevi yardımcısı biricik eşi Hz. Hatice’yi kaybetti.
Mekke’de devam eden davet, uzun zamandan beri tıkanmıştı. Ebu Talib ve Hz. Hatice’nin ölümüyle, bu gerçek daha açık bir şekilde ortaya çıktı. Bunu en başından beri fark eden Allah Resulü (S.A.S.), yeni bir davet ortamı aramaya çoktan başlamıştı bile. Ancak yeni bir yurt bulmak imkansız olduğu kadar zor bir işti.
O zaman diliminde Medineliler Baus Savaşı’ndan, Müslümanlar ise baskılardan dolayı çok ciddi bir şekilde tıkanmıştı. İlahi Plan onları buluşturarak her iki tarafı da ateşten kurtardı. Tıkanıklığın doruk noktaya ulaştığı sırada İlahi Rahmet devreye girdi. İki ateşi birleştirip O'nu Nur'a çevirerek dünyayı ebedi olarak aydınlattı.
Mekke’de İslam Daveti tıkanınca “bir çıkış yolu bulurum,” ümidi ile Taif şehrine giden, oradan eli boş dönünce Hac için gelenlerin çadırlarını tek tek dolaşan Allah Resulü’nün (S.A.S.) amcası Ebu Leheb onu adım adım takip ediyor, ona soluk aldırmıyordu. Konuşmak için birileri yanına gitmek istediğinde, Allah Resulü (S.A.S.) daha onların yanına varmadan Allah düşmanları hacıların yanına gidip, onları Allah Resulüne (S.A.S.) karşı kışkırtıyor, onunla irtibatını kesiyorlardı.
Yalandan iftiraya kadar her türlü söz ve hareket ile Mekke’ye gelen yabancıları etkileyen müşrikler, böylece onların Allah Resulü’ne (S.A.S.) yaklaşmalarını engelliyorlardı.
MEDİNELİLERİN ARAYIŞI
Baus savaşı belasından kurtulmak yada birbirlerini yenmek için çareler arayan Evs ve Hazreçliler, bir türlü başlarındaki bu belaya çözüm bulamıyorlardı. Bu işe yalnızca kabilelerin ileri gelenleri değil, herkes seferber olmuş kendilerince bir çözüm yolu bulmaya çalışıyorlardı. Haris b.Enes, Amr ve İyas b. Muaz’ın da aralarında bulunduğu Evs kabilesi aralarında konuşurken kendilerince çok güzel bir çözüm yolu buldular. Mekke’ye gidip, Hazreçliler’e karşı Mekkeli dostlarından yardım isteyeceklerdi. Onlara göre dostları onları asla kırmaz geri çevirmezdi. Mekkeliler kendilerine yardım ederse Hazreçliler’i kesinlikle yener, böylece yıllardır süren kardeş kavgası son bulurdu. Bundan sonra artık yataklarında rahatça uyur, sokaklarda korkmadan gezebilirlerdi.
Hemen hazırlık yapan Evs kabilesi gençleri, Umre yapmak bahanesi ile Mekke’nin yolunu tuttular. Mekke’ye gelince doğruca Mekke liderlerinden olan Utbe b. Rebia’nın konağına gittiler. Utbe, Medineli dostlarını çok sıcak karşıladı ve güzel bir şekilde ağırladı. Medineliler onun bu misafirperverliğinden çok memnun oldular. Umrelerini yapıp oradan ayrılacakları sırada, birkaç Mekke reisinin de bulunduğu bir ortamda Medineli gençler Utbe’ye, Hazreçliler ile yıllardır yaptıkları savaşı hatırlattılar. Ne kadar büyük acı ve zorluk çektiklerini anlattıktan sonra Hazreçliler’e karşı onlardan yardım istediler. Utbe ve diğer Mekke reisleri Evs’li dostlarını kırmak istemiyor, ama onlara yardım etmenin doğru olmayacağını düşünüyorlardı. Sonunda onları kırmayacak bir çözüm buldular. Utbe Medineli dostlarına: “Size yardım etmek elbette bizim görevimiz sayılır. Ancak sizde biliyorsunuz ki, Mekke ile Medine arası birkaç günlük yol. Siz Hazreçliler ile savaşmaya başladığınızda, bize haber gönderip, biz de sizin yanınıza koşuncaya kadar olan olmuş savaş bitmiş olur. Hem siz Hazreçliler ile kardeş sayılırsınız, kardeş kavgasının arasına girmek bizim için hoş olmaz,” diyerek onları kibarca reddetti.
Evslilerin bir kez daha ümitleri kırılmıştı. Üzgün ve kırgın bir şekilde Utbe’nin yanından ayrılarak Umre için kurdukları çadırlarına geri döndüler.
O sırada Allah Resulü (S.A.S.) de tıpkı Medineliler gibi çaresizlik içindeydi. Mekke’de barınamayacaklarını kesin olarak anlayan Allah Resulü (S.A.S.), Medineliler gibi bir türlü çıkış yolu bulamıyordu. O da çözüm için her çareye başvuruyor, Fakat her defasında önü kesiliyordu. Ama onun eşsiz bir mücadeleci kişiliği vardı. Mekkelilerin bütün baskılarına, onu Müslümanlarla birlikte bir mahallede abluka altına almalarına rağmen, ümidini kesip dertleri ile baş başa kalmıyor, hiçbir şey olmamış gibi mücadelesine devam ediyor, en küçük bir ayrıntıyı bile atlamıyordu. Mekke’de olup biten her şeyden haberi oluyor, olayları en güzel şekilde değerlendirerek onları davetin lehine çeviriyordu. Çünkü bir davet yürüten, davası için mücadele eden insanın, çevresinde olup bitenlerden mutlaka haberi olmalıydı. Evsli gençlerle Utbe arasında geçenleri öğrenen Allah Resulü (S.A.S.) vakit kaybetmeden doğruca Evsli gençlerin çadırına gitti. Allah Resulü (S.A.S.) gençlerin yanına vardığında onlar çok üzgün bir şekilde oturuyorlardı. Allah Resulü (S.A.S.) yanlarına girmek için izin isteyince, Mekkelilere kızgın olan gençler, diğerlerinin yaptığı gibi onu dinlemeden kapıyı hemen yüzüne çarpmadılar. Bilakis memnuniyetle içeri buyur ettiler.
Allah Resulü (S.A.S.) onlara, durumlarını bildiğini, problemlerinin tek çaresinin İslam olduğunu anlattı. Gerçekten de her problemin çaresi İslam idi. Onun sözlerini ilk kavrayan İyas b. Muaz oldu. Ne kadar güzel ve doğru şeyler söylüyordu. Hemen ayağa kalkarak arkadaşlarına: “VAllahi, ey arkadaşlar! Şu adamın söyledikleri şeyler sizin Utbe’ye yapmış olduğunuz tekliften çok daha iyi, çok daha mantıklı,” diyerek Hz. Peygamber'e (S.A.S.) tabi olmaları için onları ikna etmeye çalıştı. Ancak Mekke’deki dedikodular, Allah Resulü’ne (S.A.S.) atılan iftiralar onların hepsinin zihinlerini bulandırmış, kalplerini şüphe ile doldurmuştu. Zaten Utbe’den aldıkları “Hayır” cevabından dolayı canı sıkkın olan Haris b.Enes, İyas’ın sözlerine çok kızdı. Hemen yerden bir avuç toprak alarak İyas’ın yüzüne serpti. Sonra ona sert bir şekilde çıkışarak: “Bizi şu adamın sözleri ile meşgul etme! Eğer onun sözlerine bakıp peşine düşersek kavmimiz daha büyük bir belaya maruz kalır,” diyerek Allah’ın Resulü (S.A.S.) ile yaptıkları görüşmeyi orada keserek, Allah Resulü’ne (S.A.S.) kibarca kapıyı gösterdi.
Allah Resulü (S.A.S.) reddedilmesine rağmen oradan ayrılırken oldukça memnundu. Belki onlara yaptıkları davet yarıda kalmıştı, kimse İslam’ı kabul etmemişti ama Medinelilerin gönlüne ilk kıvılcım düşmüştü. Bu görüşme ile hem Allah Resulü (S.A.S.) hem onun davet ettiği İslam, Medinelilerin gündemine girmişti artık. O anda Allah Resulü’nü (S.A.S.) reddetmiş olsalar da, kalpleri İslam’a ısınmaya başlamıştı bile.
Ayrıca bu görüşme, Allah Resulü’nün (S.A.S.) Medinelileri biraz daha yakından tanımasını sağladı. Onların hem tabiatlarını, hem içinde bulundukları durumu öğrendi. Onların İslam’a herkesten daha çok ihtiyaçları olduğunu ve ona herkesten daha yakın olduklarını fark etmesine vesile oldu.
Evsliler Medine’ye geri dönüp, Mekkelilerle yaptıkları görüşmeleri, onların ret cevaplarını, Allah Resulü’nün (S.A.S.) teklifini kabilelerindeki insanlara anlatmaya başlayınca, konu bir anda bütün Medine’ye yayıldı. Böylece gözler ve gönüller farkına varmadan Mekke’ye çevrilmiş oldu. İnsanların kalbinde Mekke ve Allah Resulü (S.A.S.) ile ilgili sorular ve kanaatler oluşmaya başladı.
O sıra Umre için Mekke’ye gitmeye hazırlanan Es’ad b. Zürare ve Zekvan b. Abdulkays da bütün bu söylenenleri duydu.
Onlar Hazreçliler’in ileri gelenlerindendi. Es’ad b. Zürare Allah Resulü’nün (S.A.S.) dayılarının kabilesi olan Neccaroğulları’ndan, Saideoğulları’nın reisiydi. Medine’de dolaşan sözün içeriğini tam olarak bilmedikleri için Evs’lilere de, onlarla kendileri aleyhine anlaşma yaptığını sandıkları Utbe’ye de ateş püskürüyorlardı. Mekke’ye gittiklerinde Utbe’den uzak durdular. Aslında Utbe de, Mekke reisleri de, yeni bir teklif gelir korkusu ile onlardan kaçıyorlardı. Yani, İlahi Plan çoktan işlemeye başlamıştı. Mekkelilerle Medineliler arasındaki bu soğukluk, müşriklerin Medinelileri Allah Resulü’nün (S.A.S.) aleyhine kışkırtmalarını önlemişti. Böylece "Düşmanımın düşmanı dostumdur" sözü açıkça ortaya çıkmıştı. Bütün bunların farkında olan Allah Resulü (S.A.S.), başka bir Medineli grubun Umre için geldiğini haber alınca, vakit kaybetmeden hemen ziyaretlerine gitti.
Çadırların kapısına gelince yanlarına girmek için izin istedi. Es’ad ve Zekvan onu buyur ettiler. Allah Resulü (S.A.S.) selam vererek onların gösterdikleri yere oturdu. Gelenlerden Es’ad b. Zürâre’nin Medine’deki dayılarının oğlu olduğunu öğrenen Allah Resulü (S.A.S.) buna çok sevindi. Kalbinde onlara karşı bir muhabbet oluştu. Es’ad b. Zürâre de aynı duygular içindeydi. Mekke’de akrabalarından biri ile tanışmak, onu son derece memnun etmişti. Aralarında çok güzel bir hava oluşmuştu. Allah Resulü (S.A.S.) İslam’ı anlatmaya başlayınca onu can kulağı ile dinlediler. İçinde bulundukları durum onları biraz daha Allah Resulü’ne (S.A.S.) yakınlaştırıyordu. Belki de, Medine’de dökülen kardeş kanına o çare bulacaktı.
Allah Resulü (S.A.S.) İslam’ı anlatınca, akıllarına da, gönüllerine de yattı. O anlatırken Yahudilerin dört gözle bekledikleri Son Peygamber’i hatırladılar. Yahudiler kendileri ile kavga yaptıkça “Son Peygamber’in gelmesi çok yaklaştı, "O" gelince size ebediyyen galip geleceğiz!” diye söyledikleri sözler akıllarına gelince, onları başlarındaki beladan kurtaracak tek kurtuluşun İSLAM olduğunu anlamakta gecikmediler. Allah Resulü (S.A.S.) onlara Kur’an okuduğunda, ona hayran oldular. Artık hiçbir şüpheleri kalmamıştı. Hemen Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman oldular.
Allah Resulünden (S.A.S.) ayrıldıktan sonra Medine’ye gelen Es’ad ve Zekvan yolda uzun uzadıya konuşup kendilerince İslam’a Davet Planı yaptılar. Yaklaşan Hac mevsiminde yeniden gelip Allah Resulü’nü (S.A.S.) görmeye ve bu görüşmeyi çok gizli tutmaya, çok güvendikleri insanlardan başkasına anlatmamaya karar verdiler. Çünkü onlar Medine’nin üzerine doğmakta olan İslam Güneşinin daha doğmadan müşrikler tarafından batırılmasını istemiyorlardı. İkisi de genç, dinamik, akıllı, çevrelerinde sevilip sayılan insanlardı.
DAYILARI YEĞENLERİNE KOŞUYOR
Es’ad b. Zürâre, Allah Resulü’nün (S.A.S.) dayıları olan Neccaroğulları’ndandı. Onun için kendi aşiretinden ve yakınlarından güvendiği Avf b. Haris, Câbir b. Abdullah ve Kutbe b. Amir ile uygun zamanlarda uzun uzadıya konuşarak onları İslam’a girmeye ikna etti. Zekvan da kendi aşiretinden ve yakınından Râfi b. Malik, Ukbe b. Amir ile görüşüp onların İslam’a girmesine vesile oldu. Hac mevsimi gelince, Hacca gidiyormuş gibi Medine’den ayrıldılar. Mekke’ye giderek orada gizlice Allah Resulü (S.A.S.) ile görüşüp ona İslam’ı kabul ettiklerini söylediler.
Allah Resulü (S.A.S.) Medinelilerin İslam’ı kabul etmelerine son derece sevindi. Gelenlerin dayıları olması da onu ayrıca memnun etti.
İslam’ı kabul eden dünyanın bu en bahtiyar insanları ile İslam Güneşinin, Medine üzerinde doğma süreci başlamış oldu. Bu vesile ile Allah, Peygamberine (S.A.S.) İslam Daveti için eşsiz bir kapı açmış oldu. Medineliler ise hem yıllardır uykularını kaçıran beladan kurtulmuş, hem de ebedi mutluluğu kazanmış oldular.
Allah Resulü (S.A.S.), gerek peygamberlik, gerekse Mekke’de sürdürdüğü İslami Davet Hareketi tecrübelerine dayanarak, onlara İslam’ı nasıl anlatmaları gerektiğini öğretti. Davetle ilgili önemli bilgiler vererek onlara yol gösterdi.
Allah Resulü’nün (S.A.S.) davet tecrübelerinden yararlanan Medineli Müslümanlar, ondan aldıkları taktikle Hac vazifelerini tamamladıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi diğer Medineli hacıların arasına katılarak, Medine’ye geri döndüler. Allah Resulü’nün (S.A.S.) sözleri ve işaretlerini çok iyi kavrayan bu Çekirdek Kadro, memleketlerine dönünce acele etmediler. Bilakis uzun uzadıya düşünerek İslam’a davet edecekleri kişileri doğru bir şekilde tespit ettiler. Çok gizli ve dikkatli hareket etmezlerse, Medineli müşrikler onları fark eder, İslam’ı daha doğmadan beşiğinde boğarlardı.
Davetçiler ince dokuyup, sık eleyerek farklı oymaklardan beş altı ismi tespit ettiler. Onların üzerine yoğunlaşarak, İslam’ı kabul etmelerine vesile oldular. Artık Çekirdek Kadro tamamlanmıştı.
BİRİNCİ AKABE BİATI
Dikkat çekmemesi için Hac mevsiminin gelmesini dört gözle bekleyen Medineli Müslümanlar, hac mevsimi gelince hemen hazırlıklara başladılar. Hepsi çok heyecanlıydı. Birkaç gün sonra Allah’ın Elçisini (S.A.S.) göreceklerdi. Ve işte yola çıkma vakti gelmişti. Vakit kaybetmeden yola çıktılar. Medine’ye varınca Mekkeli müşriklerin dikkatini çekmemek için Allah Resulü (S.A.S.) ile doğrudan irtibat kurmadılar. Ondan önce amcası Hz. Abbas ile görüştüler.
Hz. Abbas aslında Müslüman olduğu halde bu tür gizli görevleri yapmak için İslam’ı kabul ettiğini gizliyordu. O çok güvenilir ve tedbirli biriydi. Bunun için Mekkeliler ondan hiçbir zaman şüphelenmiyorlardı. Medinelilerle görüştükten sonra onları çadırlarına geri gönderen Hz. Abbas, Allah Resulü’nün (S.A.S.) yanına giderek onunla Akabe’de yapılacak buluşma için plan yaptı. Bayramın ikinci günü gecenin ilerleyen saatlerinde on iki kişilik Medine Heyeti ile Allah Resulü (S.A.S.), Akabe’de gizlice buluştular. Hazreçliler’in çeşitli boylarından olan bu on iki kişi, Allah Resulü’ne (S.A.S.) biat ederek İslam Davetinin en önemli adımını attılar. Böylece bu biat ile İslam davetinin dönüm noktası başlamış ve yeni bir boyuta ulaşmış oldu. Bundan sonra davetin önü açılarak, İslam büyük bir hızla yayılmaya başladı. Biatten sonra Hac görevlerini tamamlayan Medineliler, diğer hacılarla birlikte geri döndüler.
Medine’ye döndükten sonra aralarında konuşan Müslümanlar, İslam’ı iyi bilen, onu anlatıp öğretecek ve tebliğ edecek birine ihtiyaç duyduklarını fark ettiler. Allah Resulü’ne (S.A.S.) başvurarak, kendilerine yardımcı olacak bir öğretmen istediler. Allah Resulü (S.A.S.), onlara daha sonra Ebu Eyyub El-Ensari ile kardeş olacak olan Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi.
DAVET HIZLANIYOR
Mus’ab b. Umeyr’in Medine’ye gitmesiyle İslami Davet büyük bir hız kazandı.
Akabe’de Allah Resulü’ne (S.A.S.) biat eden on iki bahtiyar insan, gizlilik esasına riayet ederek büyük bir aşkla dört bir taraftan Medinelilere İslam’ı anlatmaya başladılar.
Henüz Müslüman olan bu sahabeler insanlarla ilk görüşmeyi yaparak, onlara İslam’ı anlatıyorlardı. Davete yakınlık gösterip de tam olarak ikna edemediklerini Mus’ab b. Umeyr’in yanına götürerek ona İslam’ı anlatmasını istiyorlardı. Mus’ab’ın yanına giden herkes ikna oluyor, hemen orada İslam’ı kabul ediyordu.
Müslüman olanlar ise vakit kaybetmeden hemen Kur’an ve İslami sorumluluklarını öğrenerek, onları hayatlarına tatbik ediyorlardı. Zira İslam yalnızca inanmayı değil, aynı zamanda kişiden inandığını, inandığı şekilde yaşamayı istiyordu.
EBU EYYUB İSLAM İLE TANIŞIYOR
“Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimse Cennete girer.” (H.Ş.)
Ebu Eyyub’un amcasının oğlu Es’ad b. Zürâre ve arkadaşları Mekke’ye giderek, Allah Resulü’ne (S.A.S.) biat ettiği sıralarda, Ebu Eyyub henüz şüphe, endişe, ümitsizlik karanlığı içersinde kıvranıyordu. O bir taraftan Evs’lilerle yaptıkları savaştan dolayı kendini, ailesini ve sevdiklerini güven içinde görmüyor ve buna çözüm bulunmadığı için de kahroluyordu. Bir taraftan da topluma bakıyor, toplum içindeki çarpıklığa üzülüp duruyordu. Kötülükler her geçen gün daha da çoğalıp yaygınlaşırken, güzellikler bir bir kayboluyordu.
Adalet, sevgi, merhamet, şefkat yok olmuştu adeta. Zulüm, haksızlık etrafı kasıp kavuruyordu.
Ya bir türlü yakasını bırakmayan, uykularını kaçıran şüpheleri… Onlardan ne kadar kaçmaya çalışsa da şüpheleri adım adım onu takip ediyordu.
“Çölde bulduğun taşa, elinle yonttuğun tahtaya, önce yapıp sonra yediğin helvaya tapacak kadar akılsız mısın sen?” diyen ses, kafasında çınladıkça aklı başından gidiyor, çıldıracak gibi oluyordu. Bu soruya nasıl cevap verirse versin, hiçbir cevap onu ikna etmiyordu. Bu kadar mükemmel şekilde yaratılan kainatın, her organı akıllara durgunluk veren insanın, mutlaka ama mutlaka bir yaratıcı olmalıydı. Bu Yaratıcı elbet ne taş, ne kaya, ne de bir tahta parçası olabilirdi.
Ay da güneş de olamazdı. Peki ayı, güneşi, insanları, dünyayı yaratan kimdi? Kim? Kim?
Sorular, sorular, sorular. Beyni zonkluyordu düşünmekten. Sonra aklına babasının ona verdiği mektup ve anlattığı tarihi olay geliyordu. Onları hatırlayınca biraz olsun rahatlıyordu. Kaygıları kayboluyor, ümidi yeşeriyordu yeniden.
O, bu kuşku, korku, ümitsizlik karanlığında çırpınırken, yakınındaki bir çok evde birileri insanlara onu ve bütün insanlığı kurtaracak yegane çareyi anlatıyorlardı. İnsanlığın yegane kurtuluşu olan İslam’ı tebliğ ediyorlardı. Rabbi ona merhamet etmiş, beynini zonklatan bu acıdan kurtaracak vesileyi ayağına kadar göndermişti. İşte onun da kapısı çalınıyordu. Ebu Eyyub El-Ensâri kapıya doğru yönelip onu açtığında, aslında saadetin, huzurun, Cennetin kapısını açıyordu. Kapıyı çalanlar onu bu karanlıktan kurtararak ebedi aydınlığa çıkmasına vesile olacak olan Davet Erleri idi.
Kapıyı açıp gelenleri buyur ettiğinde, kalbi çarpmaya başlamıştı bile. Gelenler selam, hal hatır sorma faslından sonra Ebu Eyyub ve eşi Ümm-ü Eyyub’a İslam’ı anlatmaya başladılar. Onlarla konuşup, zihnini kemiren sorulara cevap buldukça, kalbi yumuşayan, rahatlayıp huzur bulan Ebu Eyyub, okunan Kur’an’ı dinlediğinde eşi ile birlikte hemen orada Müslüman oldu. Bir anda kalbindeki bütün şüpheler giderek yerini ebedi huzura bıraktı…
Kendilerine sihirli bir el dokunmuş gibi bir anda hayatları değişmeye başladı. Kalplerindeki ümitsizlik, yerini ümide; katılık, merhamet ve şefkate; haksızlık, adalet ve fedakarlığa bırakıyordu adım adım. Hayatları anlam kazandı birden. Artık onların da üzerinde yürüyebilecekleri güvenli bir yolları, hedefleri, gayeleri vardı. Yarın onlar için yepyeni bir gün başlayacaktı. Apaydınlık, huzur dolu bir gün.
Onları İslam’a davet eden konukları, Ebu Eyyub ve eşinin İslam’ı kabul etmesine çok sevindiler. Onlara ilk olarak yerine getirmeleri gereken sorumluluklardan bahsettiler. Gusül yapmayı ve namaz kılmayı öğrettiler. Dostlarını uğurlayan Ebu Eyyub ve eşi, tatlı bir heyecan içinde hemen banyoya koşup gusül abdesti aldılar. Kuş gibi hafiflemişlerdi. Kalplerin üzerini kaplayan gam, keder, hüzün ve ümitsizlik bulutları bir bir kalkmış, yerini ümit ve tatlı bir huzura bırakmıştı. Kalpleri bir anda sudan berrak, güneşten parlak olmuştu. İlk kez bu gece Kainatın Rabbinin huzuruna çıkacaklardı.
Kalbi huzur doluydu. Gündüz yaşadıkları, duydukları, gördükleri her şeyi bir elinin tersiyle bir kenara iten Ebu Eyyub, saf bir kalple ona yöneldi. Allah’tan başka hiçbir şey yoktu kalbinde. Dünya meşgalesi, keder ve tasası kalbini tamamen terk etmişti. Kalbi boş ve berraktı.
Kıbleye doğru yöneldi. Allah ile baş başaydı. Onunla kendisi arasında hiçbir kimse, hiçbir varlık, hiçbir düşünce yoktu. Yalnızca o ve ‘O’ vardı. Sanki yeryüzünde sadece Ebu Eyyub kalmıştı tek başına. O da şimdi Rabbinin huzuruna çıkıyordu.
“Allah-u Ekber” deyince onun huzuruna girecekti. Ama bir türlü cesaret edemiyordu. Ürperiyor, kalbi titriyordu. Kâinatın yegane sahibi olan Rabbinin huzuruna girmek, gerçekten anlatılmayacak kadar büyük bir olay ve aynı zamanda büyük bir saadetti.
“Allah-u Ekber” deyip Rabbinin huzuruna girmişti girmesine de, bütün âzâları hala titriyordu. Kalbi çatlayacak gibiydi. Rahmanın karşısındaydı ve O’nu dinliyordu. Okuduğu Kur’an ona hitap ediyordu. Rabbi kendisinden bir şeyler istiyor, emirlerinin yerine getirilip getirilmediğini soruyordu.
“Aman Allah’ım!” diyordu içinden Ebu Eyyub, “Yalnızca O ve ben varım, Rabbimin huzurunda”. Yaratan ve yaratılan; Rab ve kul; İnanılan ve inanan… Sevgisi, saygısı, korkusu ve ümidi zirveye çıkıyordu bir anda. Kendini kaybedercesine devreden çıkarmıştı bütün varlığını ve düşüncelerini. Yalnız O vardı, Allah vardı, hep vardı… O Baki idi, hep kalacak, Tek kalacaktı. O’nun dışındaki her şey faniydi, yok olacaktı. Tıpkı kendisi gibi...
Rabbinin sözlerini okumaya başlayınca, bütün kâinat susmuş, onu dinliyordu adeta. Hamd ediyordu, sonsuz nimetlerinden dolayı Rabbine. O’nun sıfatlarını bir bir sayarak Yüceliğini dile getiriyordu. Dua ediyordu kendisini ayırmaması için haktan, hakikatten ve Rabbinin yolundan. Dünya durmuş, hayat durmuş, Rabbi ile kulu arasında geçen bu ilişkiyi gıpta ile seyrediyordu.
Bu buluşmaya ancak müminin kalbi dayanabilirdi. Rabbi kalbine tecelli edince bütün perdeler açılıyor, kendini cennette O’nun karşısında hissediyordu. Artık O’na ve buyurduklarına, görüyormuşçasına inanıyordu. Cennetin kokusunu bütün benliği ile duyabiliyordu.
Ellerini kaldırarak “Allah-u Ekber – Allah En Büyüktür” deyince, milyarlarca insanı, sayısız varlığı yaratan, onları her an gören, duyan ve en ince teferruatına kadar bütün ihtiyaçlarını gideren, Rabbinin en büyük olduğunu idrak etti. Bu bilinçle O’na kulluğunu arz ediyor, O’nun emirlerine kayıtsız şartsız uyacağına söz veriyor, Yalnızca O’na ibadet edip yalnızca O’ndan isteyeceğini söylüyordu. O hem Rabbine hamd ediyor, hem de ondan kendisini doğru yola iletmesini istiyordu.
Şimdi Rabbinin karşısında kendisine baktığını, O’nu dinlediğini hatırladıkça ruhu çıkacak gibi oluyordu. “Allah-u Ekber” diyerek, rukuya vardığında kul olduğunu bütün benliği ile hissetti. Rabbinin Rabbi olduğunun bilincine vardı adeta huzurunda eğilince. Her şey durmuştu. O ve Rabbi vardı artık.
O’nu tesbih ediyordu bütün kalbiyle. O’nun kendisini duyduğundan, kendisine cevap verdiğinden emindi. Bunun için ağzından “Semi Allahu limen hamideh – Hamd edeni Allah duymaktadır,” kelimeleri dökülüyordu aniden. Rabbi onun dilinden hamdini duyduğunu bildirerek hamd etmesini istiyordu kendisinden. O da hemen hamd ediyordu. “Rabbenâ lekel hamd – Ey Rabbimiz bütün hamdler Sanadır,” diyerek. Rabbi ile buluşmaktan, onun huzuruna kabul edilmekten daha büyük bir nimet mi olurdu? Elbette bu büyük nimet için hamd etmeliydi. Daha fazla dayanamadı. Hemen secdeye kapanarak, Rabbine şah damarından daha fazla yaklaştı. Adeta O’nda yok olmuştu.
Başını secdeden kaldırmak istemiyordu. Ebediyen bu şekilde kalmak için neler vermezdi. Ancak şimdi İslam’a hizmet zamanı, Allah’ın Elçisine (S.A.S.) yardım etme vaktiydi. Namazını bitirince kalbine yönelip ona baktığında hayret etti.
Allah sanki İnşirah Suresi'nde Resulü Kibriya’sına buyurduğu gibi onun da kalbini açmış; içindeki bütün kötülükleri, omuzlarını çökerten, belini büken gamı ve kederi çekip almıştı. İçi huzur doluydu. Sabah olunca güneş yüzüne gülüyor; gök masmavi parlıyor; hava tatlı tatlı esiyordu. İçi kıpır kıpırdı. Sevinçten yerinde duramıyor, Rabbine yöneldiğini bütün dünyaya haykırmak istiyordu. “Rabbim! Rabbim!” diyordu içinden “Bu ne büyük bir mutluluk, ne büyük bir huzur, ne büyük bir nimet”.
Her sabah olduğu gibi eşi ile görüşüp evden ayrılan Ebu Eyyub El-Ensâri doğruca hurma bahçesine gitti. Büyük bir şevkle işlerini yapıp bitirdikten sonra, akşam yanlarına gelip onlara İslam’ı anlatan sahabelerle buluşup, gizlice insanlara Kur’an’ı ve İslam’ı öğreten Mus’ab b. Umeyr’in yanına vardılar. Orada İslam’ın ilk emrinin “Oku” olduğunu öğrenen Ebu Eyyub, ilmin ne kadar önemli olduğunu kavramakta gecikmedi. Gençlik yıllarını cehaletin koyu karanlığında geçirdiği için üzülse de hiçbir şey için geç değildi. Konuşmalardan İslam’ı ve Kur’an’ı en güzel şekilde öğrenmenin ve uygulamanın önemini çok iyi kavradı.
Mus’ab b. Umeyr’i dinledikçe ömrünü ne kadar boş ve yanlış şeylerle geçirdiğini daha iyi anladı. Onun sözleri Ebu Eyyub için büyük bir moral ve enerji kaynağı oldu. Mus’ab b. Umeyr’in yanından kalkmadan hayatının, geçmişinin ve geleceğinin aydınlandığını gören Ebu Eyyub, kendine, ailesine, topluma ve - her şeyden önce - Allah’a karşı olan sorumluluklarını en güzel şekilde yerine getirmek için de Kur’an’ın, ilmin, aklın ve Hz. Peygamberin (S.A.S.) Rehberliğine ihtiyacı vardı. Duygularını terbiye ederek Kur’an ve Hz. Peygamberin (S.A.S.) emirleri doğrultusunda ilim yoluna girmeye karar verdi.
CEHALET KARANLIĞINDAN İLİM AYDINLIĞINA
“Müminin ilmi bir konu öğrenmesi, bir yılı nafile ibadetten veya İsmailoğulları’ndan bir köle azat etmekten hayırlıdır.”
Medine’de yaşayan bütün insanlar gibi Ebu Eyyub da okuma yazma bilmeyen, ilimden irfandan habersiz biriydi. O, hayatın hiçbir safhasında okumayı, öğrenmeyi, kendini, kâinatı, olayları ve bütün bunları yaratanı ilmin ışığında tanımayı aklının ucundan bile geçirmemişti.
Ne zaman ki Rabbinin “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür,” Ayetini duyunca her şeyi yeniden düşünmeye başladı. Geçmişi, geleceği, insanları, kâinatı, ilişkilerini, hayatını her şeyi ama her şeyi…
“Rabbim ilmimi artır,” diye dua ederek öğrenmeye başladı. Artık kalbinin mühürlenip tekrar küfrün karanlığına dönmemesi için hak ve hakikati öğrenmesi gerektiğini çok iyi biliyordu.
“İşte Allah, bilmeyenlerin kalplerini böyle mühürler,” Ayetini öğrenince, imandan sonra kalbinin bir daha mühürlenmemesi için ilmin şart olduğuna daha çok inandı. Allah’a yönelik ebedi mutluluğu kazanmanın yolu elbette bilmekten geçiyordu. Çünkü; “Kulları içinde, Allah’tan hakkı ile ancak alimler korkar,” buyuruyordu Rabbi.
Rabbinin ilimle ilgili sözlerini duyun Ebu Eyyub, hayatı boyunca ilmi kendisine rehber edindi. Allah Resulü’nün (S.A.S.) ilimle ilgili sözlerini öğrendikten sonra hayatını tıpkı nefis terbiyesine, tebliğe adadığı gibi ilme de adadı.
“Allah kime hayır dilerse, onu Din’de bilgili kılar.”, Kim ilim öğrenirse, bu onun geçmiş günahlarını bağışlatır.”
“Bir ilim adamı şeytan için bin abiden daha zorludur.”
“Kim ilim için bir yola girerse, Allah da onu Cennete gidecek bir yola girdirir. Melekler ilim öğrenenden hoşlandıklarından, kanatlarını onun için yere sererler.”
“Yeryüzünde ve gökyüzündeki herkes hatta sudaki balıklar bile ilim öğrenen için af dilerler.”
“Alimin abide üstünlüğü, benim sizin en düşük derecelinize üstünlüğüm gibidir.”
“Alimler peygamberlerin varisleridir.”
“Hikmetli söz mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa almaya en layık kişi odur (hemen alsın).”
Bundan sonra işlerini ve ailesini ihmal etmeden, ilim için her fırsatta Mus’ab b. Umeyr’in yanına gidip, ondan o güne kadar Hz. Peygamber’e (S.A.S.) inen Ayetlerin tamamını öğrendi. Allah Resulü (S.A.S.) Medine’ye hicret ettikten sonra da onun yanından hiç ayrılmadı. Bir taraftan Kur’an, bir taraftan da Hadis öğrendi.
KUR’AN-I KERİM'İN HAFIZI
“Herhangi bir gece İhlas Suresini okuyan, Kur’an-ı Kerim'in üçte birini okumuş gibi olur.”
İlme, okuma yazmaya büyük ilgisi vardı. O diğer sahabeler gibi Kur’an aşığıydı. Sürekli Kur’an okuyarak, ezberlerdi. İslam’a girdiğinden itibaren büyük bir gayretle gece gündüz Kur’an’ı ezberlemeye başladı. Kısa sürede bu alanda büyük bir başarı göstererek Allah Resulü (S.A.S.) hayatta iken Ensar arasında Kur’an’ı ezberleyen, yalnızca beş sahabeden biriydi. Şu olay bize onun ilmi değerini daha iyi tanıtmaktadır.
Muhammed b. Ka’b el-Karzi anlatıyor: Allah Resulü (S.A.S.) zamanında Ensar arasında Kur’an’ı cem eden beş kişi vardı. Onlar: Muaz b. Cebel, Ubade b. Samit, Übey b. Ka’b, Ebu Eyyub, Ebu’d-Derda.
Bir gün Yezid b. Ebu Sufyan, Hz. Ömer’e bir mektup yazarak, Şam halkının çok kalabalık olduğunu, onlara Kur’an ve onun anlamını öğretecek kişilere şiddetle ihtiyaçları olduğunu bildirdi. Mektubu alan Hz. Ömer, Ensar’a: - Bana bu işi yapacak üç isim getirin! diye emretti. Onlarda: - Bunu yapacak beş kişi var. Bunlardan Ebu Eyyub yaşlandı, Übey hasta, geriye yalnızca Muaz, Ubade ve Ebu’d Derda kalıyor, dediler. Hz. Ömer, bu kişileri Şam, Filistin, Basra vs. bölgelerini dolaşıp insanlara Kur’an’ı doğru bir biçimde öğretmek üzere görevlendirdi.
VAHİY KATİBİ
İman ile şereflendiği zaman henüz okuma yazma bilmiyordu. Zaten o dönemde bütün bir Medine’de okuma yazma bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu.
Kur’an ile tanışıp, ilmin faziletini öğrendikten sonra kendisini ilme adadı. Bunun için öncelikle okuma yazma bilmenin gerektiğini kavradığından hemen büyük bir fedakârlık göstererek okuma yazmayı öğrendi. Okuma yazma öğrenince Allah Resulü’nün (S.A.S.) Vahiy katipleri'nden biri olma şerefine kavuştu.
Vahiy katiplerinden olduğu için Hz. Peygamberin sağlığın da ve hemen vafatını müteakip Kur’an ayetlerinin bir araya toplanmasında çok emeği geçen sayılı sahabeler arasındaki yerini aldı.
SAHABENİN MÜFTÜSÜ
Ebu Eyyub, sahabelerin kendisine fetva sorduğu kişilerdendi. Sahabeler aralarında herhangi bir konuda ihtilaf ettiklerinde ona danışırlardı.
Şu örnek bu durumu açıkça göstermektedir.
Abdullah b. Huneyn anlatıyor: Büyük alim Abdullah b. Abbas ile Misver b. Mahreme arasında, Ebva denen bir yerde, Hac yapan ihramlı birinin başını yıkaması hakkında ihtilaf çıktı. - Abdullah b. Abbas yapabilir, Misver ise yapamaz dedi.
Abdullah doğruyu öğrenmek üzere beni Ebu Eyyub’a gönderdi. Ebu Eyyub’un yanına gittiğimde oda ihramlı olarak başını yıkıyordu.
Ebu Eyyub’a olayı anlatıp soruyu sorunca, başını yıkama şeklini tarif ederek: - İşte, Allah Resulü (S.A.S.)’nü ihramlı iken başını böyle yıkarken gördüm, dedi.
HADİS RİVAYETİ
Allah Resulü’nün (S.A.S.) Medine’ye hicretinden itibaren sürekli onun yakınında bulunan Ebu Eyyub’un, ondan çok sayıda hadis ezberlediği de muhakkaktır. Ancak o birçok sahabe gibi çeşitli kaygılardan dolayı bu hadislerden iki yüze yakın hadisi rivayet etmiştir.
Allah Resulü’nün (S.A.S.) vefatından sonrada hadis öğrenmeye devam etmiştir.
Ebu Şasa anlatıyor: Medine’ye gitmiştim. Ebu Eyyub’un Ebu Hureyre’den hadis öğrendiğini görünce şaşırdım.
Ona: - Ebu Hureyre’den mi hadis öğreniyorsun? Halbuki sen sürekli Allah Resulü’nün (S.A.S.) yakınında bulunuyordun diye sordum.
Ebu Eyyub: - O'da böyle idi. O'da Allah Resulü’nün (S.A.S.) sözlerini dinledi. Bilakis, ben Ebu Hureyre’den hadis rivayet etmekten haz alır, şeref duyarım dedi.
Ondan hadis rivayet eden sahabelerden bazıları; İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, Bera b. Azib, Enes b. Malik, Cabir b. Semure’dir.
Meşhur tabilerden: Said b. Müseyb, Urve b. Zübeyr, Salim b. Ablullar, Ata b. Yesar gibi kişilerde ondan hadis rivayet etmiştir.
Rivayet ettiği hadislerden yedisi Buhari ve Müslim de yer almıştır.
Allah Resulü’nün (S.A.S.) vefatından sonra gerek sahabeler gerekse tabiinler onun ilminden faydalanmak için sürekli ona soru sormuşlar, dini konularda ondan fetva almışlardır.
Şu olay onun ilme ne kadar önem verdiğini açıkça göstermektedir.
İLİM İÇİN YOLCULUK
İbn-i Cüreyc anlatıyor: Ebu Eyyub El-Ensari bir gün bir hadisi gerçekten Allah Resulünden duyup duymadığı konusunda şüpheye düştü. O sırada Medine’de bulunuyordu. Bu hadisi Mısır’da bulunan Ukbe b. Amir’in de duymuş olacağını düşündü. Hemen hazırlığını yapıp devesine binerek Medine’den Mısır’a doğru yola çıktı. Tam bir ay süren zorlu bir yolculuktan sonra Ukbe b. Amir’in yanına geldi.
Selam ve hal hatır faslı bittikten sonra ona;
- Sana bir şey soracağım. Biliyorsun ki Allah Resulü’nün (S.A.S.) ashabından çok az kişi hayatta kaldı. Sen Allah Resulü’nün (S.A.S.) “Müslümanların ayıbını örtme” konusunda ki hadisini nasıl duydun? O hadis nasıldı? diye sordu.
Ukbe: - Ben Allah Resulü (S.A.S.)’nden; “Kim dünyada iken bir mü’min’in ayıbını örterse, Allah’ta kıyamet günü onun ayıbını örter.” buyurduğunu duydum dedi. Ebu Eyyub El-Ensari hadisle ilgili bilgi aldıktan sonra devesine binerek Medine’ye geri döndü. Medine’ye dönünce bu hadisi gönül rahatlığı ile insanlara nakletti.
O Ukbe’nin yanından ayrılınca, emin olsa da Ukbe de hadisi teyit etme ihtiyacı duydu. O Ebu Eyyun gibi uzun bir yolculuk yapmasa da Mesleme b. Muhallad’ın evine kadar gitti. Ona bahsedilen hadisi Allah Resulü (S.A.S.)’nden duyup duymadığını sordu. “Evet” cevabını alınca beklemeden evine döndü.
İslama girip, onun hakkında bilgi edindikten sonra kendine yakın bulduğu akrabalarının ve arkadaşlarının yanına giderek onlara İslamı anlattı. Kurtuluşun sadece ve sadece İslam’da olduğunu söyledi. Onlara Kur’an okuyarak pek çok kişinin İslam’a girmesine vesile oldu.
YOLCULUKTA İLİM
O İslam’a girdikten sonra hayatındaki temel uğraşlarından biri ibadet diğeri de ilim oldu. O hangi halde olursa olsun ilmi ihmal etmedi. Tebliğe giderken, gittiği yerde ve hayatı yaşarken ilim öğrenmeye ve öğretmeye devam etti.
Ebu Eyyüb’ten nakledilir: Halid b. Velid’in oğlu Abdurrahman’ın komutasın da Rum topraklarına doğru sefere giderken, herhangi bir yerde konakladığımızda Ebu Eyyub hemen bir yeri mescit yapardı. Oraya gider onun etrafına oturur, hem hadis dinler hem de dinlenirdik.
Namaz vakti olunca bize namaz kıldırırdı. Bir gün onunla birlikte akşam yemeğini yerken bir adam geldi ve: - Emire Rumlardan dört tane hayvan geldi, dedi. Emir, onların hedef yapılarak öldürülmelerini emretti. Askerler oklarını çıkarıp hayvanları öldürdüler.
Olayı öğrenen Ebu Eyyub hemen ordu komutanı Abdurrahman’ın yanına gitti ve ona: - Siz hayvanları mı öldürdünüz? Halbuki Allah Resulü (S.A.S.) hayvanları hedef yaparak öldürmeyi yasaklamıştı, dedi.
Sonra: - Şöyle şöyle yapmayı sevmem. Ben yalnızca tavuk keserim, dedi. Bunun üzerine Abdurrahman hayvanları öldürttüğü için yerine kefaret olmak üzere kendine ait olan dört köleyi azat etti.
İLİM İÇİN NE DEDİ
İlme çok önem veren Ebu Eyyub ilmin amelle birlikte olması gereğine inanırdı.
Ona göre ilim yakınların arasında, rahat bir ortamda kolay kolay öğrenilmezdi.
O bu düşüncesini bize şöyle ifade ediyor: “Kim ilmini artırmak ve hilmini çoğaltmak istiyorsa, akrabalarının dışındaki kişilerle oturup kalksın.”
RESUL'Ü (S.A.S.) ÇOK ÖZLÜYORDU
“Aranızda bulunduğum sürece bana itaat edin. Allah’ın kitab’ına sarılın. Helali helal bilip onunla amel edin. Haramı haram bilip onu terkedin.”
Mus’ab b. Umeyr’den Allah Resulü’nün (S.A.S.) hayatını ve onun sözlerini dinleyen Ebu Eyyub El-Ensari’nin Allah Resulü’ne (S.A.S.) karşı olan sevgisi her geçen gün biraz daha artıyordu. Biran önce ona gitmek, sevgililer sultanını görmek istiyordu. Hem Allah Resulü (S.A.S.) Mekke’de müşriklerin arasında korumasız bir şekilde tehlike içinde, bin bir türlü işkenceye maruz kalırken onların Medine’de hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaları doğru muydu? Bir taraftan merak, bir taraftan gittikçe büyüyen sevgi ve özlem, bir taraftan da kaygı ve korku. Bütün bu duygular Ebu Eyyub’un kalbinde fırtınalar koparıyordu. Onu çok özlüyordu. Artık dayanma gücü kalmamıştı. Bir an önce Mekke’ye gidip onu görmeliydi. İslamı kabul eden diğer sahabelerde ondan farksızdı. Aralarında neredeyse hergün bunu konuşuyorlardı.
Yine bir gün bir araya toplandıklarında bu konuyu uzun uzadıya konuştular. Sonunda Hac mevsiminde Mekke’ye gidip Allah Resulü (S.A.S.)’nü görmeye karar verdiler.
Hac mevsimi yaklaştıkça Ebu Eyyub’un heyecanı artıyordu. İçi içine sığmıyor, bir an önce Sevgiliyi, En Sevgiliyi görmek istiyordu. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Ama sabıra sarılarak beklemekten başka da bir çare yoktu. O da çaresiz sabretti. Zamanı gelince ikisi bayan, toplam yetmiş beş kişilik bir grupla, diğer müşrik Araplar arasına katılarak Mekke’ye doğru yola çıktılar. Mekke’ye yaklaştıkça heyecanı doruk noktaya ulaştı. Birkaç gün sonra bütün alemi yaratan Allah’ın seçip kendilerine gönderdiği Peygamberi görecekti. Vahiy alan, Allah muhatap olma şerefine eren, kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanların biricik sevgilisi, insanlığın efendisi, sevgiliyi, en sevgiliyi görecekti.
Mekke’ye gidince uygun bir yere yerleşerek hac yapmak için hazırlıklara başladılar. Yerleşme işi bitince arkadaşlarından bazıları gidip Hz. Peygamberin amcası Hz. Abbas’la buluşarak Allah Resulü (S.A.S.) ile görüşme planı yaptılar. Onunla, bayramın ikinci günü, gece geç saatlerde Akabe’de buluşmada karar verdiler. Buluşma vakti yaklaştıkça kalbinin atışları hızlanıyordu Ebu Eyyub’un. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Büyük bir sabırla bekleyen Ebu Eyyub bayramın ikinci günü gecenin karanlığında bütün kainat uyurken sessizce yatağından çıktı, bir gölge gibi süzülerek buluşma yerine vardı. Arkadaşları da bir bir geliyordu. Biraz sonra herkes tamamlanmış, Allah’ın Habibi’ni bekliyordu. Tam o sırada karanlıkların içinden bir nur parladı. O geliyordu. Nuru ile kainatı aydınlatan canlar canı geliyordu. Aman Allah’ım! Bu ne müthiş bir an. Bayılacak gibiydi. Allah Resulü (S.A.S.)’nü görünce onun hakkında anlatılanların, kelimelerin yetersizliği yüzünden çok yetersiz olduğunu anladı.
Hayran oldu O’na Ebu Eyyub. O anlatılanların gerçekten çok ötesindeydi. Büyüklüğü, sahip olduğu güzel vasıflar, asla sözlerle anlatılamazdı.
Biat başlayınca büyük bir aşkla Allah Resulü’nün (S.A.S.) yanına giderek O’nun için herşeyi yapmaya hazır olduğunu, O’nu canı gibi koruyacağına ve her emrini seve seve yerine getireceğine bütün kalbiyle söz verdi.
Biat bittikten sonra bütün sahabeler gibi o da sessizce oradan ayrılarak, gecenin karanlığında tekrar yatağına döndü. Bundan sonra orada fazla kalmadılar. Birkaç gün içinde hazırlanarak diğer Medinelilerle birlikte memleketlerine geri döndüler.
KUTLU BULUŞMA
Medine Allah Resulü’nün (S.A.S.) hicretine hazır hale gelince, Allah hicret için inananlarıa izin verdi. Mekkeli Müslümanlar bir bir hicret ettiler. Artık hicret edecek kimse kalmamıştı. Hz. Peygamber hazırlıklarını tamamladıktan sonra Hz. Ebu Bekir’le birlikte gizlice Mekke’den ayrılarak Medine’ye doğru yola çıktı. Uzun ve korkulu bir yolculuk başlamıştı. Medineli Müslümanlar Hz. Peygamberin Mekke’den ayrılıp Medine’ye doğru yola çıktığını öğrenince çok sevindiler. Her gün sabah namazını kıldıktan sonra genç yaşlı, çoluk çocuk bütün Medineliler büyük bir heyecan, merak ve coşku ile HARRE’ye gidip, öğle sıcağı bastırıncaya kadar orada bekliyor, Allah Resulü’nün (S.A.S.) yolunu gözlüyorlardı.
Onlardan biride İkinci Akae Biatı sırasında Medine’ye gidip, Allah Resulü (S.A.S.)’nü gören Ebu Eyyub el Ensari’ydi. Gönlüne kor gibi ateş düimüştü. İçi alev alev yanıyordu. Nereye gitse, neye baksa her an, her yerde O’nu görür gibi oluyordu. Allah Resulü’nün (S.A.S.) Mekke’den çıktığını duyunca sevinçten yerinde duramaz olmuştu. Geceler bitmek bilmiyor günler geçmiyordu. Sabahı iple çekiyor, sabah namazını kılar kılmaz büyük bir heyecanla Medinelilerle birlikte yollara düşüyordu. Allah Resulü sanki karşılarında gibiydi. Onlara doğru geliyordu adeta. Onu çok özlüyor, biran önce ona kavuşmak onun mah cemalini görmek istiyordu.
Harre’ye vardıklarında Allah’ın Habibi’nin henüz gelmediğini görüyor, içi burkuluyordu. Orada oturup diğerleriyle birlikte beklemeye başlıyordu. Gözünü ufuklara diken Ebu Eyyub el-Ensar’i, kalbiyle sevgililer sultanını seyrediyordu. Nuru Muhammed-i çölleri aşıp süzülerek Ebu Eyyub’un kalbine giriyor, onu aydınlatıyordu adeta. O hep onunlaydı. Sevgiliyle, en sevgiliyleydi. İstese de bir an olsun ondan ayrılamaz, bir an olsun onu unutamazdı.
İşte şimdi günlerdir, her sabah Harre’ye geliyor, saatlerce onu bekliyor, onu düşünüyor, onu anıyor, onu gözlüyordu. Sevgisi, içinde büyüdükçe büyüyor, bütün vücudunu kaplıyordu. Artık yalnızca kalbi değil, bütün zerreleri onu özlüyor, onun aşkı ile yanıyordu.
“Nerdesin ey sevgili!
Nerdesin gel artık.
Dayanacak gücümüz kalmadı.
Özleminle yanıp tutuştuk.” diyordu her bir sahabe gibi o da için için.
Yine bir gün sabah namazından hemen sonra yollara koyulup Harre’ye gitmişlerdi. Beklemişlerdi yollarını en sevgilinin. Gönül gözü ile seyrederken o canlar canını, dakikalar, saatler birbirini kovaladığı halde bu günde gelmişti. Olsun, gelsin de varsın birkaç gün sonra gelsin. Onu günlerce değil, sonsuza kadar bekleseler yinede değerdi. Güneş iyice yükselince geri döndüler. Henüz evlerine yeni girdikleri bir sırada, bir iş için kulelerden birine çıkan bir Yahudi’nin sesini duydular. Yahudi kuleden bakarken uzaktan beyaz elbiseli iki kişinin geldiğini görünce, gayri ihtiyarı avazı çıktığı kadar bağırıp Müslümanlara müjde verdi. Yahudi’nin sesini duyan Müslümanlar evlerinden fırlayarak dışarı çıktılar.
Yahudi halen: - Ey Araplar’ Ey Kayle oğulları! İşte nasibinizi konuğunuzu bekleyip durduğunuz ulu kişi geliyor! diye bağırıyordu.
Medineliler sevinçten uçuyordu. Her biri yalın ayak başı açık büyük bir coşku ile yollara düştü. Medine bir anda bayram yerine döndü. Medine’de bayram vardı. Dünyanın kuruluşundan beri görülmeyen ve de asla görülmeyecek büyük bir bayram.
Sevinçleri kalplerini geçip bütün vücutlarını sarmış dillerinden şöyle dökülüyordu:
“Ay doğdu üzerimize,
Veda tepelerinden,
Şükür gerekti bizlere,
Allah’a davetinden.
Ey bizden seçilen elçi!
Geldin, Medine’ye şeref verdin,
Ey davetlilerin en hayırlısı!
Hoş geldin, hoş geldin…”
Allah Resulü’ne (S.A.S.) ulaştıklarında, Hz. Ebu Bekir ile birlikte bir hurma ağacının gölgesinde oturmuş dinleniyorlardı. Ebu Eyyub Allah Resulü (S.A.S.)’nü gördüğünde sevinçten uçuyor, kalbi yerinden çıkacakmış gibi küt küt atıyordu. Onu gerçekten çok özlemişti.
Allah Resulü (S.A.S.), kendini karşılamaya gelenlerle birlikte Medine’nin hemen kenarında bulunan Kuba’ya yöneldi. Orada Gülsüm b. Hidm’in evine konuk oldu. Kuba’da dört gün kaldı. Orada yapımında bizzat çalışarak taş taşıdı. Bu Kur’an-ı Mübin’de “Takva Üzere Kurulan Mescit” diye anılan mescidin ta kendisiydi. Onun hakkın da Rabbimiz Kitab-ı Mübin’in de şöyle buyuruyordu: “İlk günden beri takva üzere kurulan mescitte namaz kılman elbette daha doğrudur. Orada temizlenmeyi seven insanlar vardır. Şüphesiz ki Allah temizlenenleri sever.”
Zaten Allah Resulü (S.A.S.)’nü karşılamaya gelen bütün sahabelerin en büyük arzusu kötülüklerden aranıp Allah ve Resulü’nün (S.A.S.) sevgisine, rızasına ulaşmaktı. Allah Resul'ü (S.A.S.) onların bu arzularınınn gerçekleşmesine yardımcı olmak için Kuba’da bulunduğu sürede onları zaman zaman Sad b. Hayseme’nin evinde toplayıp sohbet etti. Bu sohbetleri kaçırmayan Ebu Eyyub ona yakın oldukça Allah ve Resulü (S.A.S.)’ne olan muhabbeti daha da artıyor, içi kor ateş gibi yanıyordu. Onu dinledikçe Rabbini, kendini, dünyaya geliş gayesini, sorumluluklarını daha iyi kavrıyordu. Allah ve Resulü (S.A.S.)’ne olan imanı derinleştikçe derinleşiyordu.
ALLAH RESULÜ (S.A.S.) NECCAR OĞULLARI'NIN KORUMASINDA
Kuba’da dört gün kalan Allah Resulü (S.A.S.), Kubalı Müslümanların hizmetinden çok memnun kaldı. Ancak bir an önce yoluna devam edip Medine’ye gitmek istiyordu. Bunun için Müslümanlardan müsaade isteyerek, Medine’ye gitmek üzere hazırlıklara başladı.
Medine’de Müslüman olmayan ev nerdeyse kalmamıştı. Ancak orada halen İslamı kabul etmeyenler, münafıklar ve şehrin çevresinde yerleşmiş bulunan ve kıskançlıktan çatlayan Yahudiler vardı. Medine henüz tam olarak güvenli sayılmazdı. Nitekim Kuba’da Gülsüm b. Hidm’in evinde kalırken bazı kişiler geceleri onun kaldığı evi taşlamış, onu rahatsız etmişlerdi. Bunun için Allah Resulü (S.A.S.) Kuba’dan ayrılacağı zaman, dedesi Abdulmuttalip’in dayıları olan Neccar oğullarını çağırdı. Onlardan Medine’ye giderken kendisine eşlik etmelerini ve kendisini korumalarını istedi. Haberi alan Neccar oğulları hemen silahlanıp Allah Resulü’nün (S.A.S.) yanına geldiler. Ebu Eyyub El-Ensari de Peygamberimizin dayılarının bulunduğu kabiledendi. Allah Resulü (S.A.S.)’nü koruma şerefini kendilerine bahşeden Rabbine hamd ederek, silahını alıp Allah Resulü (S.A.S.)’nü korumak için kavmin gençleri arasına katıldı.
Cuma günü güneş yükselmeye başlayınca, Allah Resulü (S.A.S.) devesi Kusva’ya bindi. Hz. Ebu Bekir onun hemen arkasındaydı. Neccar oğullarının yiğitleri sağ ve sollarında yer alarak onları sıkı bir koruma altına aldılar. Allah Resulü (S.A.S.) Kuba’lılara veda edip, Neccar oğullarının korumasında Medine’nin içlerine doğru yola çıktı. Kuba’da oturan Amr b. Avf oğulları Allah Resulü’nün (S.A.S.) oradan ayrılmasına çok üzüldü. Acaba bilmeden bir yanlış yapıp da Allah Resulü (S.A.S.)’nü incittik mi diye endişelendiler. Bunun için devesinin önüne geçerek son bir kez: - Ey Allah Resulü! Bir kusurumuz mu oldu niçin burada kalmıyorsun? diye sordular. Yanlarında alması için Allah Resulü’ne (S.A.S.) ricada bulundularsa da Allah Resulü (S.A.S.): “Hayır! Sizden de ikramlarınızdan da gayet memnunum. Ancak bana Medine’ye gitmem emredildi. Şimdi oraya gitmem gerek. Devenin yolundan çekilin nereye gideceği ona söylenmiştir” buyurdu.
Allah Resulü (S.A.S.) Medine’ye girdiğinde, bütün Medineliler onu karşılamak için sokaklara dökülmüştü. Her kabile, her sahabe onu kendi evine konuk etmek istiyordu. Kimin evinin önünden geçse o kişi Kusva’nın önüne geçerek: “Ey Allah’ın Nebisi! Biz güçlü, varlıklı bir sülaleyiz. Seni en güzel şekilde ancak biz koruruz, lütfen bize buyur. Seni biz ağırlayalım,” diyordu. Allah Resulü (S.A.S.) ise her seferinde: “Allah onları size hayırlı ve mübarek etsin” diye dua ediyor ve: “Devenin yolunu açın! O memurdur. Nerede durması gerektiği, nerede çökeceği ona bildirilmiştir” buyuruyordu.
Allah Resulü (S.A.S.) Medinelilerin kendisini evlerine konuk etme arzularından dolayı güçlükle ilerliyordu. Salim b. Avf oğullarının oturdukları yere geldiğinde Cuma Namazı vakti gelmişti. Allah Resulü (S.A.S.) orada mola vererek Salim b. Avf oğullarının mescidinde Cuma namazını kıldı.
KUTLU MİSAFİR
Allah Resulü (S.A.S.), Cuma Namazından sonra Hz. Ebu Bekir ile birlikte devesine bindi. Neccar oğullarının yiğitlikleri etrafında koruma tedbirlerini alınca yola koyuldılar. Kusva yürümeye başladığından Ebu Eyyub El-Ensari’nin kalbi heyecandan duracak gibiydi.
-Acaba Allah Resulü (S.A.S.) kime konuk olacaktı?
-Ona konuk olur muydu?,
-Ya kendisine konuk olursa?
-Ona hakkı ile hizmet edebilir miydi?
Sorular, sorular. Babasından ona geçen mektup aklına gelince ümidi artıyor, Allah Resulü (S.A.S.) bize konuk olabilir diye düşünüyordu. Bu husustaki ümidi artınca endişelenmeye başlıyor ve; - Onu memnun edebilir miyiz?, - Hizmetini layıkıyla yerine getirebilir miyiz?diye kaygılanıyordu.
O böyle derin derin düşünürken Allah Resulü (S.A.S.) yoluna devam ediyordu. Her mahalleden geçerken orada oturan sülalelerinin büyükleri Kusva’nın önüne geçiyor, Allah Resulü’nün (S.A.S.) kendilerine konuk olması için ısrarla rica ediyorlardı. Salim b. Avf oğulları, Beyza oğulları, Saide oğulları, Haris oğulları adeta yalvarırcasına Allah Resulü (S.A.S.)’nü kendilerine davet ediyorlardı. Allah Resulü (S.A.S.) her seferide kendini buyur edenlere dua ediyor: “Devenin yolunu açınız! O memurdur. Nereye gideceğini bilir” diyerek insanları kırmadan yoluna devam ediyordu. Nihayet Neccar oğullarının yaşadığı mahalleye geldiler. Neccar oğullarından Adiy b. Neccar sülalesinin evlerinin önüne gelince, Salit b. Kays, Ebu Salit ve Useyre ileri atılarak: - Ey Allah’ın Resulü’ Dayılarına buyur! Biz sayıca çok kalabalık bir kavimiz. Ayrıca mal mülk sahibiyiz, düşmanlarına karşı seni en güzel şekilde biz koruyabiliriz dediler. Allah Resulü (S.A.S.) onlara da dua buyurdu ve: “Devenin yolunu açınız! Nereye gideceği ona emir olunmuştur” diyerek yoluna devam etti. Kusva, Malik b. Neccar oğullarının evlerinin yanına varınca o gün henüz yapılmamış olan Mescidi Nebevi’nin kapısının önünün hizasına çöktü. Allah Resulü (S.A.S.) daha deveden inmeden, deve tekrar kalkarak yürümeye başladı. Biraz ilerledikten sonra geri dönen deve, hızla ilk çöktüğü yere geldi. Buraya çöktü ve bir daha da kalkmadı. Bunun üzerine Allah Resulü (S.A.S.) devesinden indi.
“İnşallah konak yerimiz burasıdır” buyurdu. Sonra; “Burası kimin yeri?” diye sordu.
Muaz b. Afra: “Burası Sehl ve Süheyl isimli iki yetim çocuğun arsasıdır,” dedi.
Vakit geçmiş hava kararmaya başlamıştı. Heyecan doruk noktaya çıkmıştı. Müslümanlar Allah Resulü’nün (S.A.S.) yanından ayrılmıyor, herkes onu konuk edip, evinde ağırlamak için can atıyordu. Hatta bunun için zaman zaman çekişiyor, birbirlerine laf atıp sitem ediyorlardı. Allah Resulü (S.A.S.): “Ben bu gece dedem Abdulmuttalib’in dayıları olan Neccar oğullarının konuğu olacağım!” buyurarak bir birleri ile çekişen dayılarını sakinleştirdi. Sonra yanındakilere dönerek:
“Akrabalarımın evlerinden buraya en yakın olanı hangisidir?” diye sordu. O an heyecandan Ebu Eyyub’un göğüs kafesi yerinden çıkacak gibi oldu. Hemen öne atılıp: - Benim evim Ey Allah’ın Resulü! İşte şu ev benim evimdir! Kapısı da şurasıdır! dedi. Nefes nefese idi. Devamla:
- Müsaade edersen devenin üzerindeki eşyaları oraya taşıyayım dedi titrek bir sesle. Bir taraftan da “Hayır” derse diye korkudan ölüyordu.
Allah Resulü (S.A.S.) ona hayır demedi ama Neccar oğulları kura çekilmeden Hz. Peygamberin Ebu Eyyub’un evine gitmesine razı olmadılar. Belli ki kurada ona çıkacaktı. Çünkü Ebu Eyyub’un evi yüzyıllar önceden Allah Resulü (S.A.S.)’nü konuk etmek üzere Tubba tarafından yaptırılıp, hazırlanan evdi. İlahi kader tecelli ediyordu. Kurada Ebu Eyub’un ismi çıkınca büyük bir sevinçle eşi ile birlikte devenin yükünü indirip evine taşıdı. O sırada Allah Resulü (S.A.S.) Ebu Eyyub’a dönerek ona dünyanın en büyük müjdesini verdi. “Git bizim için yer hazırla!”
Ebu Eyyub uçar gibi hemen koşup Allah Resulü (S.A.S.) için yer hazırlayıp geri döndü. - Ey Allah’ın Resulü yeriniz hazır, diyerek onu evine buyur etti.
Böylece Allah Resulü (S.A.S.) hiç kimseye kırmadan ilahi planın seçimi ile ev sahiplerinin en güzellerinden birine Ebu Eyyub El-Ensari ve eşi Ümmü Eyyub El-Ensari’nin evine konuk oldu.
Allah Resulü’nün (S.A.S.) canını kendisine emanet etmesi ve bu hususta kendisine güvenmesi, aylarca kalacağı bir konukluk hususunda onu seçmesi Ebu Eyyub’u sevinçten uçurmuştu. Artık tek bir düşüncesi vardı. Allah Resulü’nü incitmeden ona en güzel şekilde hizmet edebilmek.
Ebu Eyyub El-Ensari’nin evi iki katlıydı. Üst katta tek oda vardı. Allah Resulü (S.A.S.) onlarda konuk olmaya karar verince, Ebu Eyyub üst kattaki odayı Allah Resulü’nün (S.A.S.) kalması için hazırladı. Ancak Allah Resulü (S.A.S.) eve gelince kendini ziyaret için gelip gidenler olacağını, bunun için alt katta kalmasının kendisi için daha uygun olacağını söyledi. Allah Resulü (S.A.S.) alt katı tercih edince Ebu Eyyub, onun isteğine uyarak eşi ile birlikte alt katı onun için hazırladı. Allah Resulü (S.A.S.) eve girince sedir için etrafa bakındı, ancak göremedi. O sedir üzerinde yatmaktan çok hoşlanırdı. Sedir göremeyince: “Ey Ebu Eyyub’ Sizin bir sediriniz yok mu?” diye sordu. Ebu Eyyub mahcup bir şekilde: “Yok vAllahi ey Allah’ın Resulü!” dedi. Sabah olunca Allah Resulü’nün (S.A.S.) arzusunu Neccar oğullarına duyuran Ebu Eyyub, onlardan bu hususta yardım istedi. Es’ad b. Zürare hemen ayakları saçtan yapılmış, üzeri keten lifle dokunmuş hasırla kaplı bir sediri, Ebu Eyyub’un evine gönderdi. Allah Resulü sediri görünce çok memnun oldu. Ebu Eyyub’un evinde kaldığı sürece hep bu sedirin üzerinde yattı.
Allah Resulü (S.A.S.) yatmak için odasına çekilince Ebu Eyyub ve Ümmü Eyyub’te odalarına çekildiler. Eşler baş başa kalınca birbirlerine: - Biz ne yaptık? Allah’ın Resulü’nün (S.A.S.) üstünde duruyoruz. Vahiyle onun arasına giriyoruz. Biz yandık, helak olacağız diyerek, büyük bir korku ve endişeye kapıldılar. Üzüntüden ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz sonra kendilerine gelince, Allah Resulü (S.A.S.)’nin yattığı yerin üstünde oturmamak için odanın en kenarına çekildiler.
Sabah olunca Ebu Eyyub Allah Resulü’ne (S.A.S.): - Ey Allah’ın Resulü! VAllahi bu gece, ne benim ne de Ümmü Eyyub’ün gözüne uyku girmedi, dedi.
Allah Resulü (S.A.S.): “Niçin?” diye sordu. Ebu Eyyub: - Bizim yukarda senin alt katta olman, bize çok ağır geldi. Hareket edince, seni rahatsız etmekten korkuyoruz. Hem yukarıda olunca seninle vahiy arasına girmiş oluruz dedi.
Allah Resulü (S.A.S.): “Endişelenmene gerek yoktur. Aşağıda olmamız gelip gidenler açısından bizim için daha uygundur” buyurdu. Ebu Eyyub’un kalbi rahat etmese de çaresiz boyun eğdi.
PEYGAMBERLE (S.A.S) GEÇEN YEDİ AY
“Kim Allah’a inanır, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaz, namazı dosdoğru kılar, zekatı verir ve büyük günahlardan uzak durur da bu hal üzere Allah’a kavuşursa ona cennet vardır.”
Ebu Eyyub El-Ensari kainatın yaratıcısı, her şeyi yoktan var eden, ona şekil veren, koruyup kollayan, zerreden küreye her an her şeye hakim olan Allah’ın biricik Resulü ile tam yedi ay bir evde kaldı. O’nunla aynı havayı teneffüs edip, bir arada yaşadı. O’nun ilminden, feyzinden, terbiyesinden, ahlakından en güzel şekil de faydalanıp, kemalat merdivenlerini bir bir çıkarak, Rabbine her gün biraz daha yaklaştı.
Asırlar boyunca yaşayan milyarlarca Müslümanın bir an olsun görmek için canını feda edeceği Allah Resulü (S.A.S.) ile O, tam yedi ay aynı evde diz dize, göz göze bulundu. Habib-i Edib'in kalbinden yükselen Nuru Muhammed-i, Ebu Eyyub’un kalbini aydınlattıkça Allah’ı, Resulü’nü ve O’nun tebliğ ettiği hakikati daha iyi tanıdı. Allah’a, Resulü’ne hakikate ve tüm varlıklara olan sevgisi arttıkça arttı. Bu sevgi zamanları mekanları aşarak, dünyanın kalbi olan İstanbul’un sembolü haline geldi. Ve onun burçlarında bayraklaştı.
Allah Resulü (S.A.S.)’ne hizmet edip, onun etrafında pervane oldukça sürekli, Allah’ın en sevgili kulunun duasını aldı. Her gün defalarca O canlar canının duasını ve rızasını alan Ebu Eyyub, bu dualarla olgunlaştıkça olgunlaştı. Duaların bereketi ile feyizyab olarak mana denizlerini geçti. O artık bambaşka alemdeydi. Sanki mana aleminde ona hiç kimseye verilmeyen bir görev verilmişti. O geçmişle gelecek arasında köprü oluyordu.
Bir elini Medine’ye diğerini İstanbul surlarına;
Bir elini Asr-ı Saadete diğerini ötelerin ötesine;
Bir elini Allah Resulün, diğer elini İstanbul’a uzattı.
Oradan aldığı duaları, teveccühleri, feyiz ve bereketi İstanbul’a döktü.
Ondan bir eliyle bu duayı, feyiz ve bereketi alan Fatih ve torunları, diğer elleriyle bütün dünyayı dağıttılar. Sultanlar sultanının kabrini bulmaktaki ısrarı, heyecanı bu yüzdendi cihan hükümdarı Fatih Sultan Mehmet’in.
AŞKA DÖNÜŞEN MUHABBET VE SÜNNET İTTİBA
“Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.”(H.Ş.)
Allah Resulü (S.A.S.)’nü yedi ay boyunca adeta göz hapsine alan Ebu Eyyub El-Ensari, onu gözledikçe onun eşsiz kemalatını görüyor, gördüklerinden dolayı ona olan sevgisi ve hayranlığı kat kat artıyordu. O’nun olaylar karşısındaki tavrı, insanlara hitap şekli, bakışları, konuşması, Rabbine olan sevgisi ve kulluğu her hareketi gerçekten olağan üstüydü.
Genelde insanlar birine yaklaştıkça, onların zaafları, eksik ve kusurlarını gördüğü için, yaklaştığı kişi gözünde küçülür. Halbuki Ebu Eyyub El-Ensari, Allah Resulü’ne (S.A.S.) yaklaştıkça, O her geçen gün gözünde biraz daha büyüdü. Zaaf, eksiklik, kusur bir yana, onsa hep güzellik, hep kemalat gördü. O yaşayan Kur’an’dı. O’nun ahlakı Kur’an ahlakının ta kendisiydi. Allah’ın sıfatlarının hepsi onda en güzel şekilde tecelli ediyordu. Bütün bunları yakından gören Ebu Eyyub, peygamber sevgisi ile dolup taşıyor, en küçük detaya kadar onu izliyor, ona uyuyor, onun ahlakı ile ahlaklanmaya çalışıyordu. Bu durumu bize, bizar Ebu Eyyub’un kendisi anlatıyor: “Allah Resulü (S.A.S.) bizde kalınca, onun bütün hareketlerini ve ibadetlerini takip ettim. Güneş tam tepeye gelip batıya doğru meyledince, eliyle yaptığı bir iş varsa onu bırakırdı. Eğer uyuyorsa sanki biri onu uyandırmış gibi kalkar, abdest yahut gusül alır, sonra birkaç rekat namaz kılardı. Namazı kurallarına uygun şekilde, (kıyamdan rukuya, rukudan secdeye geçerken) bekleyerek güzelce kılardı.”
Allah Resulü (S.A.S.) bizden ayrılıp evine gitmek istediğinde ona: “Ey Allah’ın Resulü (S.A.S.), keşke daha fazla kalsaydın! Birlikte olduğumuz günlerde senin yaptıklarının hepsini gözlemledim. Güneş batıya meylettiğinde elinde dünya işi varsa onu bırakır, uyuyorsan biri tarafından uyandırılmış gibi kalkar, abdest yada gusül alırdın. Sonra dört rekat namaz kılardın. Namazı tam olarak, güzel bir şekilde bekleyerek kılardın,” dedi.
Allah Resulü (S.A.S.): “Gökyüzünün ve cennetin kapıları bu saatte açılır. Ne cennetin ne de göklerin kapısı, namaz kılıncaya kadar kapanmaz. Onun için, bu saatte yaptığım hayırların gökyüzüne yükselmesini severim” buyurdu.
O, her hususta Allah Resulü (S.A.S.)’nü izliyor, onun sünnetine uymaya gayret ediyor, onun feyiz ve bereketinden istifade etmeye çalışıyordu. İşte hayatından birkaç tablo:
Ebu Eyyub El-Ensari anlatıyor: “Her gün kuşluk vaktinde Allah Resulü’ne (S.A.S.) yemek veriyor, uygun bir vakitte tabakları geri alıyorduk. Tabakları aldığımızda hemen tabağı kontrol ediyor, onun parmak izlerini bulup, parmağının dokunduğu yerden yiyerek oraya dokunuyorduk. Bir gün yemek tabağını geri aldığımda, yemekte Allah Resulü’nün (S.A.S.) parmak izlerini kontrol ettik fakat bulamadık, bunun üzerine çok heyecanlandık.
Acaba yemek güzel olmamış mıydı?, Acaba Allah Resulü yemeği beğenmemiş miydi?, Acaba bir kusur, bir yanlış mı yapmıştık?, Endişesi içinde Allah Resulü’nün (S.A.S.) yanına giderek: “Ey Allah’ın Resulü (S.A.S.)! Ben sana yemek getirip de geri aldığımda, ona bakar, onda parmaklarının izini bulur, parmaklarımı oraya uzatır, oraya dokunup, o izlerin bulunduğu yerden yemek yerdim. Ancak bugün aldığım tabakta parmak izini bulamadım” dedim.
Allah Resulü (S.A.S.): “Doğru söylüyorsun Ey Ebu Eyyub yemekte sarımsak kokusu olduğu için onu yemedim. Ama siz yiyebilirsiniz. Ben Cebrail (as) ile görüşüyorum, onun için ağız kokusuna dikkat etmem gerekiyor” buyurdu.
Ziyad b. Enam anlatıyor: Muaviye zamanında deniz savaşları yapıyorduk. Bir gün içinde bulunduğumuz gemi, Ebu Eyyub El-Ensari’nin bulunduğu gemiye yanaştı. Öğle yemeğimiz hazırlanınca, Ebu Eyyub’la arkadaşlarını yemeğe davet ettik. Biraz sonra gemide bulunanlar yemek için geldiler. Ebu Eyyub’ta onlarla birlikteydi. Biraz isteksiz görünüyordu. Onu isteksiz görünce bunun nedenini sorduk.
Ebu Eyyub: “Aslında ben oruçlu idim. Orucumu bozmak istemiyordum. Ancak Allah Resulü’nün (S.A.S.) şu sözünden dolayı oruçlu olsam da davetinize icabet ettim. Allah Resulü (S.A.S.) bir konuşmasında şöyle buyurdu: “Müslümanın şu altı hususta kardeşinin hakkını gözetmesi üzerine borçtur. Eğer bunlardan birini ihmal ederse kardeşinin bir hakkını ihmal etmiş olur.
Bu altı şey:
- Karşılaştığı zaman kardeşine selam vermek;
- Davet ettiğinde davetine icabet etmek;
- Hapşırdığı zaman “YerhamukAllah–Allah sana rahmet etsin” demek;
- Hastalanınca ziyaretine gitmek;
- Cenazesi olduğunda cenazesinde hazır bulunmak;
- Öğüde ihtiyacı olduğu zaman ona öğüt vermektir,” buyurdu.
Muhammed b. Kab anlatıyor: Mervan b. Hakem Medine valisi iken halka iyi davranmıyordu. Ancak hiç kimse ona karşı gelmiyor, yaptıklarından dolayı bir şey söylemeye cesaret edemiyordu. Ezan okunduğu halde vaktinde gelip namaz kılmıyor, onu geciktirerek halkı bekletiyordu. Halk bu durumdan çok rahatsız olduğu halde bir kötülük yapar endişesi ile ses çıkaramıyordu. Bu durumun farkına varan Ebu Eyyub onu uyarmak için Medine valisi Mervan’a muhalefet etmeye başladı. Onun muhalefetinden rahatsız olan Mervan bir gün Ebu Eyyub’a: - Niçin böyle yapıyorsun? diye sordu. Ebu Eyyub: - Sen Allah Resulü’ne (S.A.S.) uymadığın için bende sana uymuyorum. Senin Allah Resulü’nün (S.A.S.) kıldığı namazı hiç sebep yokken vaktinde kılmadığını görüyorum. Eğer Allah Resulü’ne (S.A.S.) uyarsan bizde sana uyarız. Eğer O’na muhalefet edersen bizde sana muhalefet ederiz dedi.
Ebu Eyyub El-Ensari anlatıyor: “Allah Resulü (S.A.S.) Safa ve Merve arasında say yaparken sakalına bir kuşun tüyü düştü. Bunu görünce hemen koşup kuş tüyünü Allah Resulü’nün (S.A.S.) sakalından aldım. Allah Resulü benim bu hareketimden çok hoşlandı.
“Allah’ta hoşlanmadığı şeyleri senden kaldırsın” diye bana duada bulundu.
Said b. Müseyyib’in rivayetine göre; Ebu Eyyub Allah Resulü’nün (S.A.S.) sakalına düşen şeyi alınca Allah Resulü (S.A.S.) ona; “Dilerim sana hiçbir kötülük dokunmaz Ey Ebu Eyyub” diye dua buyurdu.
Allah Resulü (S.A.S.) ile geçirdiği sürede yaşadığı pek çok olay, Ebu Eyyub El-Ensari’nin Allah Resulü’ne (S.A.S.) olan sevgisini arttırıp aşka dönüştürdü. O her gün defalarca Alah Resulü’nün (S.A.S.) eşsiz ahlakını görerek ona hayran kalıyordu. İşte yaşadığı olaylardan biri: Ebu Eyyub El-Ensari anlatıyor: “Allah Resulü (S.A.S.) Medine’ye geldikten hemen sonra Medinelilerin ileri gelenlerinden 180 kişiden biat aldı. Bir gün Allah Resulü (S.A.S.) ve Ebu Bekir için ikisine yetecek kadar yemek hazırlayıp, yanlarına götürdüm. Allah Resulü (S.A.S.) bana: “Git, bana Ensar’ın ileri gelenlerinden 30 kişiyi çağır,” buyurdu. Ben Allah Resulü (S.A.S.)’nü duyunca, bir anda emri verenin kim olduğunu unutup evde gelecek olanlara ikram edebileceğim hiçbir şey yok diye endişelenmeye başladım. Ne yapacağımı şaşırdım.
Ancak emir veren Allah’ın Nebisiydi ve O: “Git, bana Ensar’dan 60 kişiyi çağır” buyurdu. Bu kez daha çok endişelendim. 60 kişiyi ne ile doyuracaktım. Evde de hiçbir şey yoktu. Ancak bana emir veren Allah’ın Resulüydü, endişem yersizdi. Hemen çıkıp 60 kişi daha çağırdım. Çağırdığım kişiler gelince aynı yemeği onlara da ikram ettim. Onlarda yemeğin ancak bir kısmını yiyebildiler. Gördükleri mucize karşısında şaşırıp kaldılar. Allah Resulü (S.A.S.) kendisine biat etmelerini teklif edince hiç tereddüt etmeden hemen biat ettiler. Onlar gidince Allah Resulü (S.A.S.) bana: “Ey Ebu Eyyub, git bana Ensar’ın ileri gelenlerinden 90 kişi daha çağır!” buyurdu.
Endişelensem de çaresiz emre uyarak gidip 90 kişiyi daha yemeğe davet ettim. Biraz sonra davet edilen 90 kişi geldi. Allah Resulü (S.A.S.) kalan yemeği onlara ikram etmemi istedi. Kalan yemeği hazırlayıp gelenlere ikram ettim. Hepsi Allah Resulü’nün (S.A.S.) gösterdiği mucizeden çok etkilendiler. Allah Resulü (S.A.S.) onları biat için çağırdığını söyleyince hemen biat ettiler.
Ebu Eyyub El-Ensari her gün biraz daha büyüyüp, derinleşerek aşka dönüşen bu peygamber sevgisini İstanbul surlarına kadar taşıyarak, mana aleminde Akşemsettin’lere, Mevlana’lara, Yunus’lara ulaştırdı. Onlar da bu sevgiyi özümseyerek ilimle, şiirle, kalple, gönülle bütün aleme aktardılar. O bu sevgiyi yalnızca onlara aktarmadı, İstanbul surlarına kadar gelip kabrini ziyarete gelen milyonlarca insana seslenerek, onlara manen Allah Resulü (S.A.S.)’i ve onun yolunu hatırlattı. Yüzyıllar önce kalbinde yaktığı sevgi meşalesini İstanbul’a taşıyarak, buradan bütün müminlerin gönlünü aydınlatıp, onların gönlünde de aşk ateşini yakmaya devam etti.
UYKUSUZ BIRAKAN EDEP
“Dört şey peygamberlerin ortak özelliğidir.
Edep ve haya, koku, diş temizliği, evlilik”
Allah Resulü (S.A.S.) Ebu Eyyub’a misafir olunca Allah Resulü’nün (S.A.S.) üstünde nasıl oturur, nasıl yatarız, bunu kesinlikle yapamayız diyerek üst kattaki odayı O’na ayırdılar. Ancak Allah Resulü (S.A.S.) O’nu ziyarete gelip gidenler olduğundan ev sahibi rahatsız olmasın diye alt katı tercih etti. Allah Resulü’nün (S.A.S.) tercihine teslim olup, kabul eden çift çaresiz üst kata çıktılar.
Allah Resulü’nün (S.A.S.) üstüne denk geliriz, vahiy gelirse onunla vahiy arasına girmiş oluruz korkusu ile edeplerinden odanın en kenar yerine geçip, büzülüp kaldılar. O gün edepten sabaha kadar uyumadılar. Sabahleyin Ebu Eyyub durumu Allah Resulü’ne (S.A.S.) anlatıyla da, Allah Resulü (S.A.S.) yine alt katın kendisi için daha uygun olacağını söyleyince susup, çaresiz üst katta kalmaya devam ettiler. Allah Resulü’nün (S.A.S.) üstüne denk geliriz, gezdiğimiz aşağıya tavandan toz düşer korkusu ile, yatağı terk edip odanın kenarına büzüldüler. Yarı uykulu, yarı uykusuz bir şekilde günler geçti. Bir gün kaza ile su testisi kırılıp, su odaya döküldü. Su aşağıya sızıp Allah Resulü (S.A.S.)’nü ıslatır korkusuyla canları göğüslerinden fırlayıp çıkacakmış gibi oldu. Acele ile üzerlerine örttükleri örtüyü suyun üzerine attılar. Su aşağı gitmesine gitmemişti, ama Ebu Eyyub artık bitmişti. Utancından yerin altında mı üstünde mi bilmiyordu. Sabahı zor etti.
Sabah olunca Allah Resulü’nün (S.A.S.) huzuru saadetlerine vardı. Akşam ki sürahinin kırılma meselesini anlattı ve; “Ey Allah’ın Resulü! Bizim üst katta senin alt katta bulunmana gönlüm bir türlü razı olmuyor, dedi. Allah Resulü (S.A.S.) onun gönlünün en derinden gelen samimi isteğini kırmayarak, yukarıdaki odaya taşındı.
Ebu Eyyub El-Ensari’nin bu edebi Hz. Peygamber (S.A.S.)den alarak İstanbul surlarına kadar taşıyıp, Şeyh Edebali’lere, Osmanlı’nın kurucusu Osman Gaziye kadar ulaştırdı. O bu bayrağı, bir tarafta Kur’an, diğer taraf kıble olduğu, bir diğer taraf ise Şeyh Edebali’nin bulunduğu hizaya geldiği için, ayaklarını uzatamayıp, edebinden yatamayan, kurduğu devleti Ebu Eyyub’dan aldığı “Edep” harcı ile kuran Osman Gazi'lere teslim etti.
O da, bir eli ile Şeyh Edebali’den Ebu Eyyub’a kadar uzanan mana erlerinden aldığı bu edebi, diğer eli ile bütün dünyaya dağıttı.
O Allah Resulü (S.A.S.)’nden aldığı Merhamet sancağını, İstanbul’u fetheden cihan padişahına teslim ederek, İslamın merhamet ve şefkatini onun ve torunlarının eliyle saçtı.
Ebu Abdurrahman Hubuli anlatıyor: Bir deniz seferindeydik. Komutanımız Abdullah b. Kays el-Fazari idi. Ebu Eyyub da bu seferde bizimle birlikteydi. Seferde esirleri elinde bulunduran memura rastladık. O esirleri taksim ederken anne ile çocuğu başka başka kişilere vererek aralarını ayırmıştı. Çocuğundan ayrılan kadın ağlıyordu. Onu gören Ebu Eyyub: Bu kadın niçin ağlıyor? diye sordu. Yanındakiler:
“Çocuğu ile araları ayrıldığı için ağlıyor, dediler. Ebu Eyyub hemen çocuğun yanına giderek, onun elinden tutup, hemen annesinin yanına götürdü ve çocuğunu ona verdi. Onun bu yaptıklarına ses çıkaramayan görevli, hemen komutanın yanına giderek Ebu Eyyub’un yaptıklarını ona haber verdi. Komutan ona bir adam göndererek: “Niçin böyle yaptın? diye sordurdu.
Ebu Eyyub ona Rahmet Peygamber'inden duyduğu bir hadisi nakletti. O şöyle buyurdu: “Kim annesi ile çocuğunun arasını ayırırsa, Allah’ta kıyamet günü onunla sevdiklerinin arasını ayırır.”
İŞTE O KUTLU EV
“Müslümanın komşusu ile üç günden fazla dargın durması helal değildir. Karşılaştıklarında birbirlerinden uzak durdular. Onları hayırlısı selamı ilk verendir.”
Allah Resulü (S.A.S.) Ebu Eyyub’un evinde kaldığı sürece bu evi yalnız barınma, ihtiyacını giderme amacı ile değil, çok amaçlı olarak kullandı.
Orası tıpkı:
- Daru’l Erkam gibi İslama davet yeri;
- Sahabeler ile mücadele stratejisi oluşturduğu bir karargah;
- Siyasi kararlar alınıp, uygulanan bir yönetim merkezi;
- Din işlerinin yürütüldüğü bir mescid;
- Vahyin gelip, tebliğ edildiği yer…
- Kardeşliklerin, biatların yapıldığı sosyal ve siyasi bir merkez…
Allah Resulü (S.A.S.), eve yerleştikten bir süre sonra Ebu Eyyub’u göndererek, Medineli Müslümanları gurup gurup yanına çağırdı. Onlarla tanışıp, sohbet ettikten sonra gelenlerin her birinden ayrı ayrı BİAT aldı. Böylece Medinelilerde onu daha yakından tanıma imkanı buldular.
Allah Resulü (S.A.S.), Medinelilerden biat alarak attığı bu ilk adımdan sonra, İslam devletinin kuruluş planlarını burada yaptı. Orası bir anlamda ilk devlet başkanlığı binası idi. Allah Resulü (S.A.S.), bu evde kaldığı sırada Medine’nin sosyal ve siyasi yapısını, insanlar arasındaki ilişkiyi, iletişim şeklini, siyasi ve sosyal dengeleri inceleyerek İslam devletinin temellerini bu doğrultuda attı. Nitekim Allah Resulü (S.A.S.), Ebu Eyyub’un evine yerleşince, orası çekim merkezi oldu. Allah Resulü’nün (S.A.S.) etrafında pervane olan sahabe, akın akın buraya geliyor, O’na hizmet vermek için yarışıyorlardı. Aralarında sıraya koyarak her gün biri eve yemek yapıp getiriyordu.
Zeyd b. Sabit anlatıyor: “Allah Resulü (S.A.S.) Ebu Eyyub’un evine gelince, ilk olarak annem Rumeysa yemek hazırlayıp benimle gönderdi. Yemekte; süt, tereyağı, ve ekmek vardı. Allah Resulü (S.A.S.), gelen yemeği yanında bulunan misafirlerle birlikte yedi. İkramdan memnun olan Resulullah: “Allah bereket ihsan etsin!” diye dua etti. Benden sonra Sa’d b. Ubade bir sofra getirdi. Onun sofrasında da tirit ve et vardı.
Hatta yalnızca Müslümanlar değil, henüz Müslüman olmayan Medineliler ve o bölgede oturan Yahudiler de geliyor, Allah Resulü (S.A.S.) ile tanışıyor, O’nu dinliyordu. Kabu’l-Ahbar, Muhayrık gibi Yahudi alimleri bu sırada gelip onunla görüşerek Müslüman oldular. Tıpkı Mekke’deki Ebu Erkam’ın evinde çekirdek kadrosu yetiştirdiği gibi, Medine’ye geldikten sonra da Ebu Eyyub El-Ensari’nin evinde Medinelileri yetiştirerek onlardan çekirdek bir kadro oluşturdu. Bütün bunlar onun Medineli Müslümanları yakından tanıyarak onların kabiliyetlerini, güçlü ve zayıf yönlerini öğrenmesini sağladı. Böylece daha sonra yapılacak işlerde, alınacak kararlarda ve sahabelerin görevlendirilmesinde, doğru adım için gerekli alt yapıyı hazırlamış oldu.
Allah Resulü (S.A.S.) isteseydi Mescid-i Nebevi’yi çok kısa bir süre içinde yaptırabilir ve evine hemen yerleşebilirdi. Ancak O böyle yapmadı. Bilakis uzun bir süre Ebu Eyyub’un evinde kaldı. Onlardan çok memnun olduğu için de, yeni evine taşınmakta acele ederek planlarını bozmadı.
Allah Resulü (S.A.S.) Medine’ye geldiğinde, Medine’nin yapısı gereği, güvenlik sorunu tamamen halledilmiş değildi. O, dayılarının bulunduğu mahallede kalarak bu sorunu büyük ölçüde çözdü. Bu sorun tamamen halledilinceye kadar da Ebu Eyyub’un evinde hiç rahatsız olmadan, kendi eviymiş gibi yaşadı.
Mescid-i Nebevi aynı zamanda devlet işlerinin görüldüğü yerdi. Bu itibarla bir anlamda devlet başkanlığı binasının işlevini de yerine getiriyordu. Dolayısı ile siyasi, sosyal, dini ve hukiki otoritenin merkezliğini yapıyordu. Allah Resulü (S.A.S.) Medine toplumu hazır olmadan, gerek Medineli Müslümanları gerekse diğer insanları iyice tanımadan, dengeleri, oluşturup, onlar üzerinde etkili bir otorite oluşturmadan, acele ile hemen bir anda otorite merkezi görevini yerine getirecek olan Mescid-i Nebevi’yi yaptırıp oraya geçmek istemedi. Bunun için İslam devletinin alt yapı süreci tamamlanıncaya kadar Ebu Eyyub’un evini;
- Eğitim-öğretim;
- Kadro oluşturup-yetiştirme;
- İlişkileri kurup-derinleştirme;
- Dini-sosyal-siyasi faaliyetleri yürütme merkezi
olarak kullandı. Böylece zamansız bir şekilde öne çıkarak, münafıkların ve henüz İslam’ı kabul etmeyen Medinelilerin sert tepkilerinden, Yahudilerin ihanetlerinden korunmuş oldu. Gereksiz yere onları kışkırtmaktan sakındı. Korunmasız olarak onlara hedef olmaktan kurtuldu.
Bütün bunları anbean gözlemleyen Ebu Eyyub el-Ensarı Allah Resulü’nün (S.A.S.) her hareketinden kendine dersler çıkararak kendini yetiştiriyor. O’nda gördüğü eşsiz kemalatı örnek alarak ahlakın zirvesine çıkıyordu.
O Allah ve Resulü (S.A.S.)’nü çok seviyordu. Allah ve Resulü (S.A.S.)’de onu çok seviyordu.
ALLAH RESULÜ (S.A.S.) O'NU, O'DA ALLAH RESULÜ’NÜ (S.A.S.) SEVİYORDU
“Birbirinizi Allah rızası için sevenler, kıyamet günü Arşın etrafında yakuttan tahtlar üzerinde olacaklardır.”
O üst katta bulunduğundan dolayı uyumayan, Resulün parmağının değdiği yeri öpmek, dudağını oraya değdirmek için çırpınan, sakalına kuş tüyünün gelmesine bile tahammül edemeyecek kadar onu çok seven biriydi. Elbette Allah Resulü (S.A.S.)’de onu seviyordu.
İşte birkaç tablo: Ubade b. Samit anlatıyor:
Bir gün Allah Resulü (S.A.S.) ile yalnız baş başa kaldım. Bunu fırsat bilerek Allah Resulü’ne (S.A.S.): “Sahaberinden hangisini daha fazla seviyorsun? diye sordum. Allah Resulü (S.A.S.): “Bunu sana söylerim, ancak ben hayatta olduğum sürece bu sözlerimi kimseye söylemeyecek, onları gizli tutacaksın” buyurdu. Ben, “Tamam dedim,” Allah Resulü (S.A.S.): “Ebu Bekir sonra Ömer sonra Ali” buyurdu. Ben: “Sonra kim? Ey Allah Resulü?” diye sordum. Allah Resulü (S.A.S.): “Bunlardan sonra kim olabilir? Elbette Zübeyr, Talha, Sad, Ebu Ubeyde, Muaz, Ebu Talha, Ebu Eyyub, sen, Ubey b. Kab, Ebu Derda, İbni Mesud, Osman b. Affan, İbni Avf, sonra kölelerden: Selman, Süheyb, Bilal, Ebu Hezeyfe’nin kölesi Salim.” Devamla: “Bunlar benim için özel kişilerdir,” buyurdu.
Ebu Eyyub El-Ensari bir gün Allah Resulü’nün (S.A.S.) kabrinin başına gitmiş hüngür hüngür ağlıyordu. Medine valisi Mervan. Ebu Eyyub’un başını Allah Resulü’nün (S.A.S.) kabrine dayamış gözlerinden yağmur gibi yaş boşalttığını görünce, onun bu hareketinin sünnete aykırı olduğunu düşünerek: “Niçin bu şekilde yapıp, sünnete aykırı davranıyorsun?” diye söyledi. Bunun üzerine Ebu Eyyub: ”Ben bu mezar taşı için değil, Allah Resulü (S.A.S.) için geldim.” Onun, “Din işleri ehliyetli kimseler üstlendiği zaman kaygılanmayın. Fakat ehil olmayanlar başa geçince o zaman ne kadar ağlasanız yeridir.” dediğini duymuştum diye cevap verdi.
Bu cevap onun ne kadar bilinçli olduğunu gösterdiği gibi bizimde onun kabrini ziyaret ederken hangi bilinçle ziyaret etmemiz gerektiğini anlatan çok güzel bir örnektir.
Onun kabrini ziyarete gittiğimizde;
- Allah Resülünü;
- O'nun yaşadığı olayları;
- Hidayete erişini;
- İslama hizmetini
hatırlayarak O'nu örnek almalı; yaşarken O'nun yolundan yürümemiz öldükten sonra da Cennet'in yolunu bulmamız için bize şefaatçi ve ışık olması ümidi ile Allah’a dua etmeliyiz. O'ndan şefaat istemeliyiz. Çünkü Allah Resülü'ün işaret buyurduğu gibi, O bizim rehberimiz ve yolumuzu aydınlatan nurumuzdur.
ÜMİT SEMBOLÜ EBU EYYUB EL-ENSARİ
“Kırk gün Allah rızası için ihlas ve samimiyetle ibadet eden kimsenin, kalbindeki hikmet pınarları dilinden dökülmeye başlar.”
HZ. PEYGAMBERİN MİHMANDARI
Allah Resulü (S.A.S.) Medine’ye teşrif ettiklerinde Medinelilerin çoğu Müslüman olduğu halde Hanzala’nın babası Ebu Emir gibi Müslüman olmayan İslam düşmanları, Abdullah b. Ubeyb gibi münafıklar ve bunların yanı sıra çevrede birçok Yahudi kabileleri vardı.Bütün bunlardan dolayı Allah Resulü’nün (S.A.S.) İslam devletini kurup oturtuncaya kadar güvenli bir yere ve korunmaya ihtiyacı vardı. O en güvenli yer olacak dayılarının mahallesini mihmandar-koruma olarak da Ebu Eyyub El-Ensari’yi seçti. Canını ona emanet etti. Elbette O’nun koruyucusu Allah’tı. Ancak o aynı zamanda Müslümanların lideriydi. Kendisinden sonra gelecek İslam liderlerine “korunmak için tedbirler almaları gerektiği” konusunda örnek olmalıydı.
Bunun için yanlarında Ebu Eyyub El-Ensari gibi mihmandarlarının bulunması gerektiğini onlara gösterdi.
Ebu Eyyub, yalnızca Allah Resulü (S.A.S.) konuğu olduğunda değil ömrü boyunca onun ve İslamın koruyuculuğunu yaptı. İşte bu konuda hayatından birkaç örnek: Bedir savaşı başlamak üzereydi. Allah Resulü (S.A.S.) savaş düzeni alan mücahitleri teftiş ediyordu. Mücahitlerin saflarını gezerken Ebu Eyyub El-Ensari’yi gördü. Ona: “Sen yanımda bulun. Sürekli yanımda ol!” buyurarak onu özel koruma olarak görevlendirdi.
Allah Resulü’nün (S.A.S.) Ebu Eyyub’a verdiği koruma görevini, o da İstanbul surlarına kadar gelerek İslam Alemini korumak üzere cihan hükümdarı Fatih’e verdi. Ebu Eyyüp Ona mana aleminde seslenerek adeta şöyle dedi: Ey Fatih! Haydi sen ve torunların Müslümanların korumalığını yapın ki, bende kıyamet günü sizin önünüze geçerek, nurumla size yol göstereyim.
Çünkü Allah Resulü (S.A.S.) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurdu:
"Kıyamet günü Ashabım'dan her biri, vefat ettiği yerin belde halkı için Önder ve Nur olarak diriltilecektir.”
İSTANBUL’UN MANEVİ MİSAFİRİ
“Bir sabah veya akşam Allah yolunda yürümek, Güneşin üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.”
Allah Resulü (S.A.S.)’nü yedi ay boyunca misafir eden Ebu Eyyub’un yaptığı bu hizmetin anlamını ve kıymetini bilenler, onu başlarına taç ettiler. Onlardan biri de Hz. Peygamberin amcası Hz. Abbas’ın oğlu meşhur alim sahabe İbn-i Abbas’tı. Ebu Eyyub bir ara borçlanmıştı. Alacakları sıkıştırınca kendisine bu hususta yardımcı olması için zamanın halifesi Muaviye’nin yanına gitti. Ona durumu anlatarak, ondan kendisine yardımcı olmasını istedi. Muaviye ise geçmişte Hz. Ali’nin yanında yer aldığından dolayı ona yardımcı olmadığı gibi, onu inciten bazı sözler de söyledi. Bunun üzerine Ebu Eyyub Muaviye’ye: “Allah Resulü (S.A.S.) bir gün bizlere, şimdi sarayınızda görmekte olduğum şaşaayı aynen haber verdi. Sonra da: “Ey Ensar! Bir gün gelecek benden sonra servet ve saltanat sahibi emirler göreceksiniz. Benden sonra başkaları size tercih edilecek, yüzünüze bile bakılmayacak.” buyurdu.
Hadisi dinleyen Muaviye: “Size bu hususta başka ne buyurdu?” diye sordu. Ebu Eyyub: “Bu gibi durumlarda sabırlı olun.” buyurdu. Muaviye: “Öyleyse sende sabret! dedi. Onun bu tavrından rahatsız olan Ebu Eyyub: “VAllahi bundan sonra bir daha senden hiçbir şey istemeyeceğim,” diyerek oradan ayrıldı. Yoluna devam ederek Basra’ya gitti. O sırada Basra valisi olan İbn-i Abbas’ın huzuruna çıktı. Ona misafir oldu. İbn-i Abbas ona çok büyük bir hürmet göstererek, evini kendisine tahsis etti ve ona: “Senin Allah Resulü (S.A.S.)’nü konuk ettiğin gibi bende seni konuk edeceğim,” dedi.
Ailesini evden çıkararak başka bir yere gönderdi. Ona istediği kadar evde kalabileceğini söyledi ve: “Evdekilerin hepsi senindir,” dedi. Ayrılırken: “Ne kadar borcun vardı?” diye sordu. Ebu Eyyub: “Yirmi bin dirhem,” dedi. İbn-i Abbas ona kırk bin dirhem para yirmi köle hediye etti. Bir süre sonra İstanbul’a gelen Ebu Eyyub El-Ensari bize onur konuğu oldu.
- Ona ve diğer sahabelere gönlünü açanlara, onların yolunu takip edenlere; - “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız doğruyu bulursunuz,” hadisini hatırlayarak onlara uyanlara; - Hz. Peygamberle olan anılarını hatırlamak üzere onları ziyaret edenlere; - Onların nuru ile nurlanıp, insanları aydınlatanlara ne mutlu. - Onu gönül sultanı kabul edenlere, Peygambere ve tebliğ ettiği Dine onun gibi hizmet edenlere ne mutlu. - Onu örnek alanlara ve onunla aydınlananlara ne mutlu.
HENDEK'TEN DÜNYANIN FETHİNE
Nadir oğulları Müslümanlar tarafından sürülüp yurtlarından çıkarılınca, Yahudiler büyük bir paniğe kapıldı. Yahudilerin ileri gelenlerinden pek çok kişi Mekke’ye gidip müşrikleri kışkırtıp, onları savaşa hazırlamak üzere orada karargah kurdular. Müslümanları yok etmek üzere, Kabe’nin örtüsü altında Mekkelilerle anlaşma yaptılar. Bütün kabileleri tak tak gezerek onlarla, Müslümanlara karşı savaşmaya karar verdiler. Savaşa katılmak istemeyenleri ise para ile kiraladılar. Sonunda o güne kadar bu bölgede görülmeyen çok büyük bir ordu hazırlayıp, Medine’ye doğru yola çıktılar.
Durumu haber alan Allah Resulü (S.A.S.) hemen hazırlıklara başladı. Sahabeleri ile istişare yaptıktan sonra Medine’de kalıp savunma savaşı yapmaya karar verdi. Medine’yi koruma altına almak için düşmanın saldırabileceği zayıf bölgeye hendek kazdırdı. Kazıyı 3000 kişi altı günde ancak tamamlayabildi. O günler Müslümanlar için gerçekten çok zor günlerdi. Bir taraftan 10.000 kişiyi aşkın dev bir ordu üzerlerine gelirken, diğer taraftan Yahudiler, her an için Müslümanları arkadan vurabilirdi. Bundan dolayı Münafıkları büyük bir endişe ve korku kaplamıştı. Ancak onlar gerektiğinde ihanet ederek kendilerinin kurtulabileceğini düşünüyorlardı. Her an Müslümanları içten çökertebilecek bir hainlik yapabilirlerdi. İnananlar büyük bir baskın ve felaketle karşı karşıya idiler. İşte tam o sırada Selman-ı Farisi ve arkadaşları hendek kazarken büyük bir kayaya rastladıklar.Ne yaptılarsa da bu kayayı bir türlü kıramadılar. Arkadaşları Selman’a: ”Ey Selman! Allah Resulü’ne (S.A.S.) gidip kayayı kıramadığımızı haber ver,” dediler. Selman Allah Resulü’ne (S.A.S.) giderek; ”Ey Allah’ın Resulü! Anam babam sana feda olsun! Hendeğin ortasında önümüze beyaz bir kaya çıktı. Onu kırmaya çalışırken bütün aletlerimiz kırıldı. Aciz kaldık. İstersen bize çizdiğin çizgiden biraz sapalım yada bize bir çıkış yolu göster, dedi. Allah Resulü (S.A.S.) taşın yanına geldi, sahabelerden bir balyoz istedi. Hendeğe inerek balyozu kaldırıp, olanca gücü ile kayaya vurdu. Kayadan bir şimşek çıkıp etrafı aydınlattı. Kaya biraz yarıldı. Allah Resulü (S.A.S.): “Allahu Ekber,” diyerek tekbir getirdi. Sahabeler de onunla birlikte tekbir getirdi. Sonra balyozu tekrar kaldırdı. Sert bir şekilde kayaya yeniden vurdu. Yine kayadan bir kıvılcım çıkarak etrafı aydınlattı. Allah Resulü (S.A.S.) tekrar: “Allahu Ekber” diyerek tekbir getirdi. Sahabeler de onunla birlikte tekbir getirdi. Allah Resulü (S.A.S.) balyozu kaldırıp üçüncü kez kayaya vurduğunda, kaya param parça oldu. Yine kayadan ışık çıkıp etrafı aydınlattı. Selman Sahabeler de onunla birlikte tekbir getirdi. Sonra elinden tutarak hendekten çıkmasına yardımcı oldu. Sonra ona: ”Ey Allah Resulü (S.A.S.) şimdiye kadar görmediğimiz garip şeyler gördük. Üç vuruşunda da kayadan şimşekler çıkıp dalga dalga yayılarak etrafı aydınlattı. Bunun özel bir nedeni var mı? diye sordu.
Allah Resulü (S.A.S.): “Doğru söylüyorsunuz. Ben kayaya ilk vurduğumda gördüğünüz şimşek, Hire şehrinin köşklerini ve Kisra’nın Medain şehrini aydınlattı. Cebrail bana gelerek ümmetimin buralara hakim olacağını haber verdi. İkinci vuruşumda gördüğünüz şimşek, Rum ülkesini, saraylarını aydınlattı. Cebrail, Ümmetimin buralara da hakim olacağını haber verdi. Üçüncü vuruşta gördüğünüz şimşek, Sana şehrin köşklerini ve saraylarını aydınlattı. Cebrail bana ümmetimin buralara da hakim olacağını haber verdi. Sevinin! Ümmetim, yardım ve zafere nail olacaktır.” buyurdu. Başka rivayetlerde; Allah Resulü (S.A.S.) sahabelerine, kendisine Şam, Fars (İran), Medain ve Yemen’in anahtarlarının verildiğini müjdeledi. Allah Resulü (S.A.S.) o günün süper devletlerinin fethedileceğini müjdelediğinde, Müslümanların içinde bulundurduğu durumu münafıklar çok güzel tasvir etmekte idi. Allah Resulü’nün (S.A.S.) inananlara verdiği müjdeyi duyunca Muttalib b. Kuşeyr gibi münafıklar, biraz kızgınlık biraz da alayla onu şöyle tenkit etmeye başladılar: “Muhammed, Kisra ve Kayser’in hazinelerini ele geçirip onlardan faydalanacağımızı vaad edip duruyor. Halbuki bugün hiçbirimiz, tuvalete gittiğimizde sağ döneceğimizden bile emin değiliz.
Gerçekten Müslümanlar o gün soğuk, açlık, fırtına, 10.000 aşkın düşman ordusu, her an kendilerini arkadan vurmaya hazır Yahudiler ve kendilerini içerden çökertecek münafıkların arasında sıkışıp kalmışlardı. Kalelere, evlere ve köşklere yerleştirdikleri çocuklarını ve kadınlarını korumaktan bile acizlerdi. Müslümanlar ne Bedir’de, ne Uhud’da, ne de başka bir zamanda bu kadar çaresiz kalmamışlardı. İşte tam o sırada Allah Resulü (S.A.S.) sahabelerine: Düşmanın dağılıp gideceğinin, Mekke’nin Fethinin müjdesini, Arap Yarımadasının Müslüman olacağını müjdeliyordu. Yüzyıllardır kabile halinde yaşayan üç beş Arap kabilesinin, yine yüzyıllardır büyük devletler, imparatorluklar kurarak dünyanın hakimiyetini elinde tutan Farslılar, Bizanslılar ve Yemenlileri yeneceğini, buraları fethedeceğini müjdeliyordu. Tıpkı başka bir zaman da buyurduğu gibi; “İstanbul elbette fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fethedecek olan asker ne güzel askerdir.”
Bu müjdelerle Allah Resulü (S.A.S.) İslam ümmetinin ufkunu en ötelere taşıyor, onlara ulaşmaları gereken en önemli hedefleri gösteriyordu. O bu hedefleri göstermeyip, Müslümanların ufkunu bu kadar uzaklara taşımasaydı, belki de İslamiyet Arap yarımadasına sıkışıp kalacaktı. O, bu kadar açık ve net bir şekilde hedef göstererek, o günden itibaren manen İslam sancağını İran sarayına ve İstanbul burçlarına dikmiş oldu. Geriye ümmetine, zamanı gelince bunu gerçekleştirmek kaldı. Nitekim bu sözlerle Ümmetine, bu mana sancağının yerine, fiziki olarak İslam sancağını dikmeleri görevini vermiş oldu.
O, ümmetine İslam sancağını yalnızca İran ve İstanbul burçlarına değil, aslında her zaman, her sahada onu en yükseklere taşımalarını ve en yükseklere dikmelerini işaret etti. İlimde, irfanda, teknolojide, ahlakta ekonomi de, sanatta…
Bu mesajı alanlar, Allah Resulü’nün (S.A.S.) sancağını en ileriye dikmek için uykularını terk edip, canlarını ortaya koydular. Hendek savaşındaki bu mesajı alan Ebu Eyyub, Allah Resulünden aldığı bu müjdeyi en ileriye taşımak için, ilerlemiş yaşına rağmen Medine’den kalkıp savaşa savaşa İstanbul surlarına kadar geldi.
O Allah Resulü’nün (S.A.S.) müjdelediği ve ümmetine gösterdiği bu hedefin adeta sembolü, manevi sancağı oldu. Bu görevi yerine getirmek, bu eşsiz müjdeyi gerçekleştirecek olanlara rehberlik etmek üzere, adeta fethin sembolü ve ümidin habercisi oldu.
Buradan kıyamete kadar geleek müslümanlara Peygamber'in müjdesini ulaştırmak, onlara ebedi ümidin sembolü olmak için İstanbul surlarına kadar gelmişti. Nitekim vefat edeceğini anladığı zaman yaptığı vasiyet bunu açıkça göstermektedir.
Hicretin 49. yılı idi. İslam ordusu Allah Resulü’nün (S.A.S.) gösterdiği en ilerdeki burca İslam sancağını dikmek için İstanbul surlarına kadar gelmişti. Bu Müslümanların İstanbul’u ilk kuşatmasıydı. Yezid b. Muaviye komutasındaki bu orduda, Allah Resulü’nün (S.A.S.) büyük sahabelerinden biri olan Ebu Eyyub El-Ensari de vardı. 80 yaşına girmesine rağmen Allah Resulü’nün (S.A.S.) müjdesine kavuşmak İslam sancağını enötelerdeki burca dikmek için İstanbul’a kadar gelmişti. Ordu hazırlıklarını yaparak İstanbul’u kuşattı. Zaman zaman şiddetli çarpışmalar olduysa da İstanbul hiç alınacak gibi değildi.
EBU EYYUB EL-ENSARİ’NİN VASİYETİ
Ordu İstanbul önlerine geldikten bir süre sonra Ebu Eyyub El-Ensari hastalandı. Hastalığı gittikçe artmaya başladı. Ordu komutanı Yezid b. Muaviye onu ziyarete gitti ve ona: “Ey Ebu Eyyub! Bir dileğin, bir vasiyetin var mı?” diye sordu. Ebu Eyyub: “Evet var,” dedi. Onun dileği ne kendisi için, ne de yakınları içindi. Ne dünyası ne de rahatı içindi. Onun tek bir hedefi vardı. Çünkü o, adeta Allah Resulü’nün (S.A.S.) gösterdiği hedefe kilitlenmişti. O insanları ötelere taşımak, onlara en öteleri göstermek, Allah Resulü’nün (S.A.S.) gösterdiği hedefi belirlemek için görevlendirmişti kendini. Yezid’e şu vasiyette bulundu: “Cenazemi düşman toprakları içinde gücünüzün yettiği, götürebildiğiniz kadar ileriye taşıyın. Daha ileriye götürme imkanınızın olmadığı yere kadar götürüp, oraya gömün. Sonra da atlarınızla kabrimin üzerinde gidip gelerek yerini gizleyerek dönün.”
Onlardan rivayet edilen şu hadiste, sanki Allah Resulü’nün (S.A.S.) Ebu Eyyub’u harekete geçiren İstanbul’un fethiyle ilgili başka bir işaretiydi.
Ebu Eyyub El-Ensari rivayet ediyor: Allah Resulü’nün (S.A.S.): “Kostantiniyye (İstanbul) surunun dibine Salih bir kişi gömülecektir” buyurduğunu duydum. Bahsettiği kişinin ben olacağımı umuyorum.” Ebu Eyyub El-Ensari’den rivayet edilen bu hadis; onun İstanbul^da vefat edip, surların dibine defin edilmesinin önemli bir manevi işareti olduğunu göstermektedir. Ebu Eyyub vefat edince, onun vasiyetinin yerine getiren Yezid b. Muaviye onun yıkanmasını emretti. Namazını kıldırdıktan sonra bir gurup süvariye onun tabutunu surlara doğru, götürebilecekleri en uzak noktaya götürmelerini emretti. Askerler tabutu alarak, onu götürebildikleri en uzak noktaya götürüp, defnettiler. Ebu Eyyub’un vasiyetini aynen yerine getirdiler.
Olayı fark eden Bizans Kralı yapılanlara pek anlam veremedi. Bir elçi vasıtası ile Yezide: “Şu gördüğüm olay nedir?” diye sordu. Yezid: “Bu peygamberimizin sahabesidir. Cenazesini senin ülkenin içine doğru götürülüp, gömülmesini istedi. Bizde onun vasiyetini yerine getirdik. Onun vasiyetini yerine getirmek için gerekirse canımızı bile ortaya koyarız dedi. Bizans Kralı: “Bu ne garip şey! Birde babanın dahi biri olduğunu söylerler. Bu nasıl dahilik? Senin gibi birini tutup büyük bir ordu ile buralara kadar gönderiyor. Sende Peygamberinin sahabesini bizim ülkemizde gömmeye kalkıyorsun. Düşünmüyorsun ki sen gidince, biz onu çıkarıp köpeklere yem ederiz,” deyince, Yezid: “Vallahi ben size söyleyeceğim şu sözü kulaklarınıza küpe etmedikçe, onu burada bırakacak değilim. Eğer onun kabrini açar ve ona her hangi bir şey yaparsanız; Arap ülkesinde öldürmedik bir Hristiyan ve yıkmadık bir kilise bırakmam diyerek ona gözdağı verdi. Bizans kralı bunun üzerine: “Baban seni çok iyi tanıyormuş. Onun kabrini elimden geldiğince koruyacağıma söz veriyorum, dedi. Kral sözünü tutarak onun mezarını korudu. Ondan sonra yaşayan Rumlar da Ebu Eyyub’un mezarına özen gösterdiler. Onu düzeltip onardılar. Hatta zaman zaman ziyaretine bile gittiler.
Daha sonra İstanbul’u ziyaret eden çeşitli seyyahlar Ebu Eyyub’un mezarını ve Bizanslıların ona gösterdikleri saygıyı bizzat görüp aktarmışlardır. Bu seyyahlardan biride Ali b. Ebu Bekir el-Herevi’dir. 1215 yılınca vefat eden bu zat Bizans’ı gezdiğinde onların Ebu Eyyub’un mezarını ziyaret ettiklerini özellikle kıtlık, kuraklık zamanlarında onun kabrine gidip, dua ettiklerini bildirmektedir.
İstanbul’un fethinden hemen önce 1450 yılında vefat eden Tarihçi, Muhaddis Bedrettin Ayni’de, Ebu Eyyub El-Ensari’nin kabrinin Bizanslılar tarafından korunduğunu, onarın yağmur duası için şifa umuduyla kabrini ziyaret ettiklerini bildirmektedir.
Daha sonraki İstanbul kuşatmalarındaki Ebu Eyyub El-Ensari’nin manevi ağırlığı ve Müslümanları manen İstanbul’u fethe zorlaması onun İstanbul’un dolayısı ile Fethin Sembolü ve İstanbul’u cazibe merkezi yapan manevi bir dinamik olduğunu açıkça göstermektedir. Vücudunu bir sancak gibi surlara diken Ebu Eyyub Müslümanları manen İstanbul’a çekmiş orayı fethetmeye zorlamıştır.
Ebu Eyyub’un ölümünden yaklaşık kırk beş - elli yıl geçmişti. İstanbul Halife Süleyman b. Abdülmelik tarafından kuşatıldı. Muhasara çok zor şartlara rağmen devam ettirildi. Büyük kayıplar verildiği ve sıkıntılar çekildiği halde muhasara kaldırılmadı. Halife vefat edince yerine Ömer b. Abdülaziz geçti. Kuşatma halen devam ediyordu. Ömer b. Abdülaziz içinde bulunan ağır şartlardan dolayı kuşatmayı kaldırdı.
Amr b. Haris anlatıyor: “Kesir b. Meysere Konstantiniyye (İstanbul) kuşatmasından dönmüştü. Halife Ömer b. Abdülaziz’in huzuruna çıktı. Ömer onun Konstantiniyye önlerinden geldiğini bildiğinden: ”Ey Meysere! Fethedilmeyen Konstantiniyye’den dönebileceğini umuyor muydun?” diye sordu. Çünkü kuşatma: “Ya Kostantiniyye alınacak ya uğrunda ölünecek,”düsturu ile ısrarla sürdürülüyordu.
Meysere: “Hayır, dediğiniz gibi asla geri döneceğimi ummuyordum. Ancak tek ümidim siz ve sizin bulunduğunuz konumdu. Sizin Halife Süleyman b. Abdülmelik ile konuşup kuşatmanın kaldırılmasını sağlayacağınızı umuyordum,” dedi.
Ömer b. Abdülaziz: “Heyhat! Allah Ebu Eyyub’a rahmet eylesin! O insanların bu konuda konuşma cesaretini tamamen kırdı. Hiç kimse bu konuda konuşamaz oldu. Onun manevi baskısı fetih gerçekleşinceye kadar kuşatmanın kaldırılmasını engelliyordu. Bunun için ben O'nun mezarını Allah tarafından kafirlerin şehrinde gizlendiği bir sembol olarak görüyorum. Bende diğer halifeler gibi İstanbul’u fethedip bu sembolün gizemini çözmek istiyordum. Ancak ordunun maruz kaldığı büyük sıkıntıları düşündüm ve daha büyük sıkıntılara maruz kalmaması için kuşatmanın kaldırılmasına karar verdim. Tam o sırada biri içeri girerek: “Kostantiniyye kuşatmasına katılan askerler arasında şiddetli bir uyuz hastalığı yayılmıştı,” dedi.
Ömer bin Abdülaziz: “Uyuz hastalığı nasıl iyileştirilir?” diye sordu. Orada bulunanlar: “Zeytinyağı ile pişen Düş ağacı,” dediler. Bunun üzerine bahsedilen bu ilacın büyük bir kazanda yapılıp orduya gönderilmesini emretti.
HAYATINDAN KESİTLER
“Kim emredildiği gibi abdest alır, sonra emredildiği gibi namaz kılarsa ALLAH onun önceki yaptıklarını affeder.”
HÜSNÜ ZANNI
Hz. Aişe’ye iftira atıldığında münafıklar ve onların kışkırtması ile bazı Müslümanlar Hz. Aişe hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Münafıkların bu iftirayı fırsat bilip abarttıkça abartması ile Medine de büyük bir dedikodu başladı.
Toplum psikolojisine kapılan bazı Müslümanlar kendi aralarında, aile içinde yahut dışarı da bu olayı bir şekilde konuşuyorlardı.
Bu dedikodular devam ederken bir gün Ebu Eyyub’un eşi ona: “Ey Ebu Eyyub! Halkın Hz. Aişe hakkında neler söylediğini duydun mu? diye sordu.
Ebu Eyyub: “Duydum,” dedi. Sonra sözlerine devam ederek: “Ey Ümmü Eyyub! Sen hiç böyle bir kötülük yaptın mı?” diye sordu. Ümmü Eyyub: “Asla!” dedi. Ebu Eyyub: “Peki yapar mısın?” diye sordu. Ümmü Eyyub: “Hayır vallahi! Ben asla ne öyle bir kötülük yaparım ne de yapmayı aklımdan geçiririm,” dedi. Ebu Eyyub: “Öyle ise Hz. Aişe’nin böyle bir şeyi yapabileceğini nasıl düşünürsün? Vallahi sen bilirsin ki Aişe senden daha hayırlı birisidir," dedi.
KARDEŞLİK VE KOMŞULUĞU
“Allah ve Ahiret gününü inanan, misafirine ikram etsin. Allah ve Ahiret gününe inanan, komşusuna iyi davransın.”
Allah Resulünü yedi ay konuk edip, onu en güzel şekilde ağırlayan Ebu Eyyub El-Ensari, Allah Resulü (S.A.S.), Mekkeli Müslümanlarla Medineli Müslümanları birini kardeş yaptığı zaman onu da Medinelilerin Öğretmeni olan Mus’ab b. Umeyr ile kardeş yaptı. Buna çok sevinen Ebu Eyyub ondan hiç ayrılmadı. Şehit oluncaya kadar da ona yardımcı olmak, onu rahatlatmak için elinden geleni yaptı. Allah Resulünden sonra İslam’da ilk öğretmen ve ilk davetçi olarak bilinen Mus’ab b. Umeyr’in ilminden, irfanından, ahlakından istifade etti. Ondan çok şey aldı. Ona çok şey verdi.
Allah Resulü (S.A.S.) Ebu Eyyub’un evinden ayrılınca hemen evinin karşısında bulunan Mescid-i Nebevi’nin yanında yapılan vine taşındı. Bundan sonra Allah Resulü (S.A.S.) vefat edinceye kadar bu evde oturarak Ebu Eyyub’a komşu oldu.
Allah Resulü (S.A.S.) bu süre zarfında zaman zaman Ebu Eyyub’un evine gidip orada dinlenir, komşuları ile ilgilenerek onların hal ve hatırlarını sorardı. İşte bu güzel komşulukla ilgili güzel bir hatıra: İbn-i Abbas anlatmaktadır: “Günlerden bir gün, Hz. Ebu Bekir öğle sıcağından mescide geldi. O sırada mescitte bulunan Hz. Ömer, ona bu sıcakta niçin geldiğini sordu. Hz. Ebu Bekir: “Çok acıktığım için bu saatte çıkıp geldim,” dedi. Hz. Ömer: ”Ben de bunun için mescide geldim,” dedi. Onlar aralarında konuşurken Resulullah (S.A.S.) çıkageldi ve onlara: “Sizleri bu saatte buraya getiren nedir?” diye sordu. Onlarda: “Karınlıklarımızın açlığı,” diye cevap verdiler. Resulullah da: “Allah’a yemin ederim ki, beni buraya getiren de bundan başka bir şey değildir. Kalkın gidelim” dedi. Beraberce kalkıp, Ebu Eyyub’un evine gittiler. Ebu Eyyub, her gün Resulullah (S.A.S.) için yemek ayırırdı. Eğer Allah Resulü (S.A.S.) gecikir de vaktinde gelmez ise, ev halkına yedirirdi. Onları Ümmü Eyyub karşıladı. Resulullah (S.A.S.) ve yanındakilere: “Hoş geldiniz,” dedi. Resulullah (S.A.S.): “Ebu Eyyub nerede?” diye sordu. O sırada Ebu Eyyub evinin yakınındaki hurmalıkta çalışıyordu.
Hz. Peygamberin sesini duyunca, koşarak yanlarına geldi. Onlara: “Hoş geldiniz Ya Resulullah (S.A.S.)! Bu sizin gelme vaktiniz değil dedi. Resulullah (S.A.S.): “Doğru söyledin” buyurdu. Onların aç olduğunu fark eden Ebu Eyyub hemen bahçeye giderek, kuru, taze ve olgun hurma salkımları kesip, getirdi.
Resulullah (S.A.S.): “Taze hurmaları kesmeni istemezdim. Sadece kuru hurmaları toplasaydın bizim için yeterdi” deyince Ebu Eyyub: “Ey Allah’ın Resulü! Ben üçünden de yemenizi istedim. Daha bir de hayvan keseceğim, dedi.
Resulullah: “Öyleyse süt vereni kesme,” buyurdu. Ebu Eyyub bir oğlak keserek, eşine: “Sen biraz hamur yoğurup ekmek yap,” dedi. Oğlağın yarısını haşlayarak, yarısını da kızarttı. Yemek hazır olunca, misafirlere getirdi. Hz. Peygamber bir parça et alıp, ekmeğin arasına koydu ve: “Ey Ebu Eyyub, şunu Fatma’ya götür. O birkaç gündür aç” buyurdu. Yemekten sonra, Hz. Peygamber (S.A.S.)’in gözleri yaşararak: “Ekmek, et, kuru, olgun ve taze hurma! Allah’a yemin ederim ki Kıyamet gününde bütün bu nimetlerin hesabını vereceğiz. Bu nimetleri yerken: ‘Bismillah’, deyin. Doyduğunuzda da: ‘Bizleri yediren, içiren; yiyip içtiklerimizi boğazımızdan kolaylıkla geçiren Allah’a hamd olsun,” deyin buyurdu. Hz. Ebu Eyyüp'ten böyle nakledirdi.
ZÜHDÜ
“Namaz kıldığın zaman, sanki dünyaya veda ediyormuşsun gibi ol yarın özür dileyeceğin sözü söyleme, insanların elindekinden ümidi kes.”
Ebu Eyyub El-Ensari hayatı boyunca hiçbir zaman Kur’an ve Sünnet çizgisinden ayrılmadı. Ölçünün kaçırıldığını gördüğü durumlarda hemen tepkisini göstererek çevresindekileri uyarmaktan çekinmedi.
Hz. Ömer’in torunu Salim b. Abdullah anlatıyor: “Babam hayattayken evlendim. Babam bütün tanıdıkları düğüne çağırdı. Davetliler arasında Ebu Eyyub El-Ensari de vardı. Evin duvarları yeşil perdelerle kaplıydı. Ebu Eyyub yemeğini yedikten sonra etrafı dolaşmak için izin istedi. Dolaşırken benim odama baktı. Odanın duvarlarının yeşil örtülerle kaplı olduğunu görünce israfa daldığımızı düşünerek babama: “Ey Abdullah! Duvarlara da mı perde takıyorsunuz? diye çıkıştı. Babam utanarak: “Ey Ebu Eyyub, kadınlar istediler,” deyince, Ebu Eyyub bir başkasının istediği ile yanlış yapılmasını hoş karşılamayarak, babama: “Herkesin kadınların sözüne uyarak yanlış yapacağına inanırdım da, senin onların sözü ile yanlış yapacağına inanmazdım. İnsanlara örnek olması gereken sizler, böyle israf ederseniz toplumda kötülüğün önü alınmaz,” dedi.
Allah Resulü (S.A.S.)’nden sonra büyük fetihler oldu, insanlar birden zenginleşti. Büyük servetlerle tanıştı. İslam toplumu hatta bütün Araplar büyük bir değişim yaşadı. Hızlı ve inanılmaz büyüklükteki bu değişim doğal olarak İslami değerlerin bozulmasına, ihlasın azalmasına neden oldu. Ebu Eyyub gibi sahabeler bu değişim sürecinde toplumun bozulmasını engellemede büyük sorumluluklar ve görevler üstlendiler. Konunun hassasiyetinin bilincinde olan Ebu Eyyub bu yüzden sahabelere sert tepkiler gösterdi.
Asım anlatıyor: “Bir gün Ebu Eyyub El-Ensari bir gurup insana namaz kıldırıyordu. Namaz bittikten sonra insanlara dönerek: “Size namaz kıldırırken şeytan sürekli benimle uğraştı. Sonun da kendimi bana, namaz kıldırdığım insanlardan daha üstün olarak gösterdi. İyi bilin ki, bundan böyle ölünceye kadar imamlık yapmayacağım, dedi. Ondan sonra da kimseye imamlık yapmadı.
İbn-i Sirin anlatıyor: “Ebu Eyyub’un Efleh isimli bir kölesi vardı. Efleh çalışkan biriydi. Bir gün Ebu Eyyub ona: “40.000 dirhem getirirsen seni azat ederim,” dedi. Aralarında anlaştılar. Onların anlaştığını duyan insanlar, Efleh’i gördükleri yerde kutlamaya başladılar. Onu kim görse: “Hürriyetin kutlu olsun ey Ebu Kesir diyordu. Efleh’ten ayrılıp evine dönen Ebu Eyyub El-Ensari kölesinden ayrılmak istemediği için onunla anlaşma yaptığına pişman oldu. Kölesine haber göndererek: “Ben anlaşmanın bozulmasını, senin eski haline dönmeni istiyorum dedi.
Habercinin sözlerini duyan Efleh’in oğlu ve eşi: “Allah sana azat olma fırsatı vermişken, köleliğe asla geri dönme!” dediler. Ailesinin sözlerinden etkilenen Efleh, Ebu Eyyub’a sitem ederek gelen kişiye: “Vallahi o şimdiye kadar benden ne istedi ise yerine getirdim. Son olarak benden azat olmam için kendisi ile anlaşma yapmamı istedi. Onu da yaptım. Şimdi ise bu anlaşmayı bozmamı istiyor dedi.
Aracı Efleh’in sözlerini Ebu Eyyub El-Ensari’ye iletti. Ebu Eyyub bir süre geciktikten sonra kölesine yeni bir haber gönderdi. “Artık hürsün. Senden anlaşma bedelini de istemiyorum. Yanında bulunan tüm mallar da senin olsun dedi.
O'NDAN RİVAYET EDİLENLERDEN
Ebu Eyyub El-Ensari Allah Resulünden şöyle rivayet ediyor: “Biri ile evlenmek istediğin zaman istediğin eşi içinde gizle ve sonra güzelce, özen göstererek abdest al. Allah’ı dilediği kadar namaz kıl! Rabbine hamd ve sena ettikten sonra şöyle de: “Ey Allah’ım! Her şeye gücü yeten, her şeyi taktir eden sensin. Benim hiçbir şeye gücüm yetmez. Sen bilirsin ama ben bilmem. Gizli olanı en iyi sen bilirsin. Eğer falan kişiyi (ismini söyleyerek) dinim, dünyam ve ahretim hakkında benim için hayırlı görüyorsan, onu bana nasip et. Eğer o değil de başkası benim dinim, dünyam, ve ahiretim için hayırlı ise o hayırlı olan kişiyi bana yaz. Onu bana nasip ve taktir et.”
Ebu Zebid anlatıyor: “Bir gün ben, Nevf, Bekali ve bir adam, Ebu Eyyub’u ziyarete gittik. Rahatsızdı. Nevf: “Allah’ım ona afiyet ve şifa ver! diye dua etti. Ebu Eyyub ona müdahale ederek: “O şekilde dua etmeyin! Bilakis şöyle dua edin, “Ey Allah’ım! Eğer eceli yaklaşmışsa onu affet! Ona merhamet et! Eğer eceli uzaksa ona sağlık, afiyet, şifa ver. Çektikleri sıkıntılardan dolayı onu ödüllendir.”
Ebu Eyyub’ten rivayet edilir: “Allah Resulü (S.A.S.) dua etmek istediğinde önce kendinden başlardı.”
Ebu Eyyub’ten rivayet edilir: “Hz. Peygamber bana şöyle tavsiye etti: “La havle ve la kuvvete illa billah” sözünü çokça söyle! Çünkü o, cennetin hazinelerinden bir hazinedir. “Sevabın büyüklüğü sıkıntının büyüklüğü kadardır. Allah bir kavmi (veya kişiyi) sevdimi ona sıkıntı verir.”
Ebu Eyyub’ten rivayet edilir: “Sadakanın en hayırlısı ve en makbul olanı, dargın akrabalara verilenidir.”
Ebu Eyyub’ten rivayet edilir: “Eğer siz hiç günah işlemeyecek olsaydınız, Allah sizi yok eder, günah işleyecek başka bir topluluk yaratırdı. Onlar günah işleyip af dilediklerinde onları bağışlardı.”
SELAM OLSUN SİZLERE!
Tebliğ aşkı ile yanıp tutuşan o büyük sahabe, ilerlemiş yaşına aldırmadan Medine’den kalkıp, İstanbul surlarına kadar geldi. İslam sancağını Fatihlere teslim eden Ebu Eyyub, Tubba’nın mektubunu Hz. Peygambere verdiği gibi, onun müjdesini de Fatihlere ve onların torunlarına getirdi. O, sancağın ve müjdenin ileri, en ileri taşınması için buralara kadar geldi. Zira İslamın dünyaya yayılmasının önündeki en büyük engel İstanbul’du. İslam sancağını bütün dünyaya taşıyacak olanda İstanbul’u alacak olanlardı. Bunun için Allah’ın Nebisi onları müjdeleyerek: “İstanbul bir gün elbet feth olunacaktır. Onu feth eden komutan ne güzel komutan, onu feth eden asker ne güzel askerdir” buyurmuştur. Ebu Eyyub Efendimizin bu müjdesini getirip yerine teslim etmenin bahtiyarlığı ve sevinci içindeydi. Son nefesinde, İstanbul önlerine gelen bütün askerlere ve onların şahsında bu müjde için canını ortaya koyan herkese selam gönderiyor.”
Hamam, Asım b. Behdele’den rivayet ediyor: “Ebu Eyyub vefatına yakın Yezid ile görüşürken ona bir isteğinin olup olmadığını sordu: “İnsanlara benden selam söyle” diyerek onunla herkese selam gönderdi.
Aleyküm selam Ey Mihmandarı Nebi!
Aleyküm selam Ey Umut Sembolü!
Aleyküm selam Ey Kutlu Misafir!
HOŞ GELDİN
Ey İstanbul’umuzun Önderi!
Ey Aydınlık Günlerimizin Nuru!
“Kıyamet günü Ashabım'dan herbiri, vefat ettiği yerin belde halkı için Önder ve Nur olarak diriltilecektir.”
Biliyoruz ki, seni ziyarete gelip de sana selam verirsek, selamımızı mutlaka duyacak ve selamımıza mutlaka cevap vereceksin. Biz seni duymasak ta, sen bizi net olarak duyacaksın. Çünkü sözlerin en doğrusunu söyleyen Allah Resulü (S.A.S.) bunu açıkça bildiriyor.
Uhud savaşını gezerken Ebu Eyyub El-Ensari’ye kardeş yapılan Mus’ab b. Umeyr’in kabri başına gelen Allah Resulü (S.A.S.): “Müminlerden öyleleri vardır ki, onlar Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. Onlardan kimi sözünü gerçekleştirdi. Kimide beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde sözlerini değiştirmediler.” ayetini okudu.
Sonra gözyaşı dökerek: “Allah Resulü şahadet eder ki, siz kıyamet günü Allah katında şahitler olacaksınız” buyurdu.
Sonra yanında bulunan sahabelere dönerek: “Ey insanlar onları ziyaret edin. Onlara gidin. Onlara selam verin. Nefsim yedi kudretli elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, onlar, kıyamet gününe kadar, kendilerine selam verenlerin selamına, duasına ve ziyaretlerine mutlaka karşılık verirler.” buyurdu.
Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatühü ve şuhedae Uhud
Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatühü ya Eba Eyyub el-Ensar
BAYRAK TESLİMİ
Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethetmeden birkaç yıl öncesine kadar, Ebu Eyyub’un mezarı biliniyordu. Hatta kıtlık ve felaket zamanlarında Bizanslılar onun mezarına giderek dua ediyorlardı. Ancak şimdi kaybolmuş ve yeri bilinmiyordu.
Peki onun mezarı neredeydi? Kayıp olamazdı. Zira Allah Resulü (S.A.S.) onun korunması için dua etmiş ve: “Ey Allah’ım! Geceyi beni koruyarak geçirdiği gibi sende Ebu Eyyub’u koru.” “Dilerim sana hiçbir kötülük dokunmaz Ey Ebu Eyyub” buyurmuştu.
İstanbul’u fethederek Allah Resulü’nün (S.A.S.) övgüsüne mazhar olan cihan hükümdarı Fatih, Ebu Eyyub’un mezarını bulmadan fethin manevi boyutunun tamamlanamayacağını çok iyi biliyordu. Allah Resulü (S.A.S.)’nü konuk edip evinde ağırlayan o büyük sahabenin kabrini bularak, onu konuk etmeden elbette fethin mana boyutu tamamlanmış olmazdı.
İslam’ın Arap Yarımadasına açılan kapısı olan Mekke’nin fethinde, İslam sancağını taşıyan Ebu Eyyub, o sancağı alarak, İslam’ın dünyaya açılan kapısı olan İstanbul surlarına kadar getirmişti. Allah Resulünün (S.A.S.) de işareti ile kendisinin surlara en yakın yere defnedilmesini istedi. Burada bekleyecek, sancağı İstanbul’u fethedecek olan o bahtiyar komutana teslim edecekti. Onların İslam’ı dünyanın dört bucağına ulaştırması için Resul'den aldığı nurla onların yolunu aydınlatacaktı ve başarıları için dua edecekti.
“Kıyamet günü Ashabım'dan herbiri, vefat ettiği yerin belde halkı için Önder ve Nur olarak diriltilecektir.”
Ebu Eyyub’un mezarını bulamayınca uykuları kaçan Cihan hükümdarı Fatih Sultan Han Hazretleri, Ebu Eyyub’un getirdiği mana sancağını teslim alma, onu konuk edip ebediyete kadar ağırlamak ve nuru ile aydınlanmak istiyordu. Bunun için hocası Akşemseddin’e başvurdu. Bu büyük sorunun çözümü için ondan yardım istedi. Onun bu yardım isteğine olumlu cevap veren büyük mana eri Akşemseddin, ondan biraz zaman istedi. Perdeler açıldı, geleceğini gördü. Allah'ın (C.C.) lütfu ve keremiyle gayp aleminin ilmiyle keşfi esrar büyük alim ve mutasavvıf Hz. Akşemseddin Veli Hz. Ebu Eyyub El-Ensari'nin makamı bulundu.
Hz. Fatih Han Hazretleri kabrini kazdılarak, kazılan yerde beyaz taş üstünde burda yatan Halid Bin Zeyd Ebu Eyyup El-Ensari görünce tamamen emin oldu. Hemen oracıkta Allah'a (C.C.) şükür duasında bulundu. Hz. Ebu Eyyub El-Ensari'nin kabrini hemen makama çevilerek tam yanınada büyük bir camii yaptırdı. Asıllardır Müslüman alemi önce camide namazlarını kılarak sonra Hz. Ebu Eyyub El-Ensari'nin makamında ziyaret ederek dualar ve niyazlarla onu anıp onun anlatmaktadırlar.