ABDÜLKÂHİR SÜHREVERDÎ
Irak'ta yetişen büyük velîlerden. Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Abdülkâhir bin Abdullah bin Sa'd bin Hüseyin bin Kâsım bin Alkame bin Nadr bin Muâz bin Abdurrahmân bin Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anhüm), künyesi Ebü'n-Necîb'dir. Yaklaşık 1097 (H.490) senesinde İran'ın Sühreverd kasabasında doğdu.
Küçük yaşta tahsile başlayan Abdülkâhir Sühreverdî ilim öğrenmek için gençliğinde Bağdad'a gitti. Fıkıh ilmini Nizâmiye Medresesinde hocalık yapan Es'ad Mühenî'den, tasavvuf ilmini İmâm-ı Gazâlî'nin kardeşi Ahmed Gazâlî'den, hadîs ilmini Ali bin Neyhan'dan tahsil etti. Talebeliğinde bir gün hocasının huzûruna giren Abdülkâhir
Abdülkâhir Sühreverdî'de bir gevşeklik ve isteksizlik hâli vardı. Hocası buyurdu ki: "Sende bir karartı, bir zulmet seziyorum." Bunun üzerine Abdülkâhir hazretleri hemen oradan ayrıldı. İki-üç gün hiçbir şey yemedi. Yanında da yiyecek bir şeyi yoktu. Dicle kıyısına giderek suya girip, açlığının böyle gitmesini istedi. Fakat yine açtı. Bir süre sonra bir sokaktan geçerken, ellerindeki tokmaklarla pirinci döverek un hâline getiren insanlar gördü. Onlara; "Beni de ücretle çalıştırır mısınız?" diye sordu. "Ellerini görelim." dediler. Gösterince; "Bu eller ancak kalem tutar." diyerek ona içine altın konulmuş bir kâğıt verdiler. O da; "Bunu alamam, zîrâ bir iş yapmadım. Eğer yazılacak bir şey varsa onu yapabilirim." dedi. İçlerinde uyanık birisi hizmetçisinden bir tokmak isteyerek, Abdülkâhir Sühreverdî'ye verdi. Onlarla berâber pirinç dövmeye başladı. Fakat bu işe alışık olmadığından bir saat kadar çalışabildi. İş sâhibi, ona bir altın verdi ve; "İşte senin ücretin." dedi. Parayı alarak oradan ayrıldı. Allahü teâlâ ilim öğrenmek arzû ve isteği verdi. Din bilgilerini en ince noktalarına kadar öğrendi.
Tasavvuf yoluna girince; uzlete çekildi ve uzun zaman insanlardan uzak yaşadı. Sonra insanlar arasına döndü ve onları vâz u nasîhatlarıyla Allahü teâlâya çağırdı. Onun gayreti sebebiyle çok kimse kötü huylarını terkedip Allahü teâlânın sevdiği iyi insan, iyi müslüman olma saâdetine kavuştu. Kendisinden Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî, İbn-i Asâkir, Sem'anî, Abdullah bin Mes'ûd bin Abdullah er-Rûmî gibi seçilmiş zâtlar ilim ve edeb öğrendiler.
Sühreverdî hazretleri, tarîkat hırkasını Kâdı Vecihüddîn'den giydi. O da Şeyh Ferec ez-Zencânî'den, o, Şeyh Ebü'l-Abbâs en-Nehâvendî'den, o, Muhammed bin Hafif eş-Şîrâzî'den, o, Kâdı Ruveym Ebû Muhammed el-Bağdadî'den, o da, Cüneyd-i Bağdâdî'den ilim ve feyz almıştır.
Sühreverdî hazretleri, meşhûr Nizâmiye Medresesinde ders vermesi için dâvet edilince, 1150 (H.545) senesi Muharrem ayının yirmi yedinci günü bu dâveti kabul ederek, bir müddet hadîs dersi verdi. Bir ara Şam'a gitti ve Câmi-i Atik'de vaz u nasîhatte bulundu. Sonra Bağdad'a döndü. Bu vazlarından birinde buyurdu ki:
"Dinde inanılması lâzım gelen şeyleri dil ile söyleyip, kalb ile inanarak kabul ettikten sonra, şartlarına uygun amel yapınca kalbdeki îmân parlar. Kişi îmânı dil ile söylemelidir. Hiç bir zarûret olmadan dil ile îmânı söylememek küfre sebeb olur. Dili ile îmânı olduğunu söylediği hâlde, kalbinden inanmayan müslüman değil münâfıktır. Ameli terk eden fâsık olur. Sünnet-i seniyyeye uymayan, bid'at sâhibidir. İnsanlar îmân bakımından birbirlerinden farklı derecelere sâhiptirler.
Allahü teâlâ kullarının küfründen, îmânsız olmasından ve günahlarından râzı değildir. Ehl-i kıble olan bir kimse için, yaptığı bir hayır işten ve iyilikten dolayı, bu cennetliktir, diye şehâdette bulunulamaz. Yine hiç bir kimsenin işlediği büyük günahtan dolayı, Cehennem'e gideceğine şehâdet edilemez."
Abdülkâhir Sühreverdî, nefsine hakim, zâhir ve bâtın, görünen ve görünmeyen her hâliyle İslâmiyetin edep dâiresinde hareket ederdi. Kendisi ve talebeleri için Bağdad'ın batı yakasında büyük bir dergâh yaptırıldı. Onun sohbetleriyle pek çok kimse İslâmiyetin nûrlu yolunu öğrenip, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştu.
Bir gün dergâhına üç hıristiyan ile üç yahûdî gelmişti. Onlara îmânı ve İslâmı anlattı. Kabûl etmediler. Bunun üzerine Abdülkâhir Sühreverdî, herbirinin ağzına bir yudum süt verdi. Sonra herbiri kelime-i şehadet getirerek müslüman oldular ve; "O sütü içince kalbimizdeki (hıristiyanlık ve yahûdîliğin) bütün küfür pisliklerinin dışarı çıktığını hissettik." dediler. Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri ise; "Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizin önce müslüman olmayışınızın sebebi, şeytanlarınızın mâni olması idi. Burada önce onlar yenildi. Size Allahü teâlânın hidâyet vermesi için biz de duâ ettik." dedi. Sonra Sühreverdî hazretleri mübârek ellerini onların gözlerine sürdü. Kerâmet olarak onlar uzak yerlerdeki tanıdıklarını gördüler ve onlara müslüman olduklarını bildirip İslâm dînine dâvet ettiler.
Sühreverdî hazretleri bir talebesi ile Bağdad'ın Sultan çarşısından geçiyordu. Oradaki bir kasap dükkanında soyulup asılmış bir koyuna bakmaya başladı. Daha sonra; "Bu koyun bana leş olduğunu söylüyor." dedi. Bu sözleri işiten kasap düşüp bayıldı. Ayılınca suçunu söyleyerek bir daha böyle yapmayacağına söz verip, tövbe etti.
Abdülkâhir Sühreverdî hac farîzasını yerine getirmek için kardeşinin oğlu ile Mekke'ye gitmişti. Birgün Kâbe-i muazzamada murâkabe, Allahü teâlâyı tefekkür, düşünme hâlinde iken, Hızır aleyhisselâm teşrif buyurdu. Fakat Abdülkâhir Sühreverdî hiç hâlini bozmayarak, murâkabeye devâm etti. Hızır aleyhisselâm bir süre durduktan sonra, gitti. Bir müddet sonra Şeyh hazretleri başını kaldırınca yeğeni; "Efendim! Bugün Hızır aleyhisselâm teşrif buyurdular. Siz ise kendilerine hiç bakmadınız sebebi neydi?" diye sorunca, Abdülkâhir Sühreverdî; "Sen bilmiyor musun ki, eğer Hızır aleyhisselâm gelmiş gitmiş ise yine teşrifleri mümkündür. Fakat o zaman kavuşmuş olduğum ilâhî tecellîyi elimden kaçırmış olsaydım bir daha nerede bulabilirdim. Belki onun pişmanlığı kıyâmete kadar devâm ederdi." dedi. Bu sırada Hızır aleyhisselâm tekrar teşrif buyurdu. Bu defâ Abdülkâhir hazretleri hemen yerinden kalkıp, edeple lâzım gelen hürmeti gösterdi.
Bir gün Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri, yeğeni ile yolda sohbet ederek yürürken, köprü üzerinde meyve götüren birisini gördü. Ona; "Bunları bana sat." buyurdu. "Niçin?" dediğinde; "Meyveler içki için satın alındıklarından, kendilerinin benim tarafımdan satın alınmalarını istiyorlar." dedi. Adam düşüp bayıldı. Sonra tövbe ederek; "Benim bu hâlimi Allahü teâlâdan başka kimse bilmiyordu. Fakat Sühreverdî hazretlerine hâlim mâlum olmuş." dedi.
Abdülkâhir hazretleri yeğeni ile birlikte Kerh'e gelmişti. Bir evden sarhoş kimselerin seslerini işitince, evin altına bir yere girerek namaz kılıp duâ etti. Sonra o adamların yanına gitti. Odaya girdiğinde adamlar içtikleri şarabın su olduğunu gördüler. Hepsi tövbe ederek Abdülkâhir hazretlerinin talebesi olmakla şereflendiler.
Abdülkâhir Sühreverdî dergâhında talebeleri ile meşgûl olduğu günlerden birinde yanına bir köylü geldi. Berâberinde bir buzağı getirmişti. "Efendim bu buzağıyı size vermeyi nezretmiştim. Buyurun." dedi. Köylü gittikten sonra Abdülkâhir hazretleri; "Bu buzağı, size verilmek üzere nezr edilen ben değilim. Ben başka bir kişi için nezredildim. Sizin için nezr edilen bir başkasıdır, diyor." dedi. Bir süre sonra köylü nefes nefese elinde bir başka buzağı ile gelerek; "Efendim, size verilmek için nezr edilen, adanan budur. Elinizdeki başkasına âittir." dedi. Öncekini alarak gitti.
Buyurdu ki:
Tasavvuf büyüklerinden birisine, Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde "İnşâallah" buyurması hakkında sorulunca; "Allahü teâlâ "İnşâallah" buyurmakla, kullarına böyle söylemeyi, öğretmeyi murâd etmiştir." buyurdu. Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ kâmil ilmi ile "İnşâallah" derse, ilmi noksan olan kulların konuşmalarında, "İnşâallah" demeleri gerektiği hakkında işâret vardır. Bu yüzden Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem kabristânda; "İnşâallah biz size yakında katılacağız." buyurmuştur. Halbuki, Peygamber efendimizin ölüm hakkında ve onlara kavuşma husûsunda hiç bir şüphesi yoktu.
Tasavvuf hakkında bir suâl sorulduğunda şöyle cevap verdi:
"Tasavvufun başı ilim, ortası amel, sonu mevhibe yâni Allahü teâlânın lutf ve ihsânı olan mânevî ilimdir. İlim, murâdı, maksadı açar. Amel, istemeye yardımcı olur. Mevhibe, amelin meyvesine ulaştırır. Ahlâk ilmi ehli üç kısımdır. Mürîd, talebe durumunda olan tâlibdir. Orta derecede olan, daha yoldadır. Sona varmış olan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş olandır. Talebe, murâdına ermek için çalışır. Orta derecede olan, makamların âdâbını gözetmekle meşgûldür. Bir hâlden diğer bir hâle yükselir. O, devamlı ilerleme hâlindedir. Sona varan ise, bütün makamları aşmış ve artık istikrâra kavuşmuş hâldedir. Çeşitli hâller, onda bir değişiklik meydana getiremezler. Talebe, nefsiyle, şehvetiyle ve şeytanla mücâdele etme, hazlarından uzak kalma mertebesindedir. Orta mertebede olan, murâda kavuşabilir miyim, yoksa kavuşamaz mıyım korkusu ile, içinde bulunduğu hâllerde doğruluğa riâyet etme, makamlarda edebi gözetme mertebesindedir. Sona ulaşan ise, bütün makamları elde etmiştir. Onun hâli, darlıkta ve genişlikte eşittir. Yemesi açlığı, uykusu uykusuzluğu gibidir. Onda, dünyevî istek ve lezzet hissi kalmamıştır. Onun zâhiri, görünüşü halk, bâtını, gizli yönü de Hak iledir."
İnsanlara doğru yolu göstermeğe çalıştığı vâzlarında ve sohbetlerinde sık sık buyururdu ki:
Allahü teâlâ için sevmek, O'nun için buğzetmek, îmânın en güvenilir ve sağlam kulplarındandır. Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker iyiliği emredip kötülükten alıkoyma, herkese, imkânı nisbetinde lâzımdır.
İyilik ve takvâ üzere yardımlaşmalıdır. Kazanç, ticâret ve sanat mübahtır. Kişi mecbur kalırsa, başkasından bir şey isteyebilir. Zengin kimsenin istemesi doğru değildir. Rızâ gösterilen fakirlik, zenginlikten üstündür. Bundan dolayı Resûlullah efendimiz fakirliği tercih etti. Peygamber efendimize yeryüzünün hazînelerinin anahtarı arz edildiği zaman, Cebrâil aleyhisselâm fakirliği işâret etti. Yine Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize tevâzu etmesini de işâret etti. Bu sebeple Resûl-i ekrem; "Yâ Rabbî! Bir gün aç, bir gün tok olmayı istiyorum. Acıktığım zaman sana yalvarırım, doyduğum zaman sana hamd eder, seni anarım." buyurdu.
Abdülkâhir Sühreverdî 1168 (H.563) senesi Cemâzilâhır ayının on yedinci Cumâ günü ikindi vakti Bağdad'da vefât etti. Ertesi gün erkenden Dicle kenarındaki dergâhına defn olundu.
Sühreverdî hazretleri çeşitli ilimlere dâir birçok kitap yazmıştır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Âdâb-ül-Müridîn, 2) Şerh-ü Esmâ-ül-Hüsnâ, 3) Muhtasâr-ı Mişkât-ül-Mesâbih lil-Begâvî, 4) Müsannef fî Tabakât-üş-Şâfiiyye.
1) Mir'ât-ül-Haremeyn; c.3, s.142
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.140
3) Câmi'u-Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.101
4) El-A'lâm; c.4, s.49
5) Tabakât-üş-Şâfiîyye; c.7, s.173
6) Vefeyât-ül-A'yân; c.3, s.204
7) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.244
8) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.208
9) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.5, s.311
10) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.606
11) Nefehât-ül-Üns; s.473
12) Brockelmann; Sup.1, s.780
13) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.262
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.346
15) Silsilet-ül-Muharrabîn (Belgradlı Münîri, Şehîd Ali No. 2819)