EMÎR HÜSREV DEHLEVÎ
Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Künyesi Ebü'l-Hasan, lakabı Azimüddîn'dir. Babası Seyfeddîn Emir Mahmûd Şemsî, o devrin mühim simâlarından idi. Laçin beylerinden olan babası, Cengiz'in müslümanlara yaptığı zulüm ve katliâm sırasında Mâverâünnehr bölgesinden Hindistan'a göç etti. Seyfeddîn Mahmûd, göçten sonra Ganj Nehri kenarında bulunan ve şimdiki ismi Patıyalı olan Mü'minâbâd kasabasına yerleşti. Dehli sarayındaki devlet adamlarından İmâdülmülk'ün kızı ile evlendi. İkinci çocuğu olarak 1253 (H. 651)'de Emir Hüsrev doğdu.
Emir Hüsrev küçük yaşta ilim öğrenmeye ve şiir söylemeye başladı. Hâfızası fevkalâde kuvvetli, zekâsı ve anlayışı pek keskin, şiir söyleme kâbiliyeti de fazla idi. Babası ile saraydaki ilim ve irfan meclislerine katıldı. Bu meclislerden çok faydalandı ve devrin meşhur şâirlerinden İzzeddîn ile karşılaştı. Onun şiir okuma kâbiliyetini gören Şâir İzzeddîn birbiriyle ilgisi olmayan saç, yumurta, kavun ve ok kelimelerini verince, Emir Hüsrev hemen şu mânâdaki şiiri okudu: "O sevgilinin zülüflerindeki her saç teline yüzlerce yumurta büyüklüğünde amber dizilmiş, sakın gönlünü ok gibi düz sanma, kavun gibi karnında gizli dişleri var." Bu şâir babasının sultanın yanında vazîfeli olmasından dolayı Emir Hüsrev'e "Sultânî" mahlasını verdi. Emir Hüsrev bu mahlası çocukluğunda yazdığı şiirlerinde kullanmıştır.
Bir gün babası Seyfeddîn Mahmûd bu çok zekî ve çok akıllı oğlunun mânevî terbiyesi ve yetişmesi için onu Hâce Nizâmüddîn hazretlerine götürdü. Emîr Hüsrev çok iyi yetişmiş olmasına rağmen, Hâce Nizâmüddîn'i tanımıyordu. O sırada daha, sekiz veya dokuz yaşlarındaydı. Hâce'nin dergâhına yaklaştıklarında, kapıdan girecekleri sırada, Hüsrev, kendisinden beklenilmeyen bir şey söyledi ve; "Babacığım, kendimi yetiştirecek bir mürşid seçip ona bağlanmak benim meselem olduğuna göre, bu meselede beni serbest bırakamaz mısın?" dedi. Babası hayret etti ve onu kapının dışında bırakıp, sohbette bulunmak üzere kendisi içeri girdi. Bu sırada Hüsrev çok güzel bir rubâî söyledi. Kendi kendisine de düşündü ki; "Eğer bu zât, hakîkaten yüksek, evliyâ bir zât ise, mutlaka bu rubâîyi ve benim durumumu Allahü teâlânın izni ile bilir ve bu rubâîme tatmin edici şekilde karşılık verir." Hüsrev'in bu düşünceler ile söylediği rubâîsi şu meâlde idi:
"Öyle bir şâhsın ki, sarayının kubbesine,
Farzet ki bir güvercin kondu ve geri döndü.
Bu garib âşık kapınızdadır.
Girsin mi, yoksa geri mi dönsün?"
O zamanda Hindistan'da bulunan evliyânın en büyüklerinden olan Sultan-ül-meşâyıh Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretleri, Hüsrev'in durumunu Allahü teâlânın izni ile anlayıp, hizmetçisini çağırdı. Dışarıda, kapının dışında bekleyen gence, düşüncesine cevap olmak üzere şu rubâîyi okumasını emretti:
"Hemen içeri gir! Ey doğru sözlü insan,
Olalım birbirimize yakîn, tek nefes.
Eğer câhil bir insan, hem de ahmak isen,
Hiç durma! Geldiğin yoldan hemen geri dön."
Hizmetçi gidip Hüsrev'e rubâîyi okudu. Arzu ettiği cevâba fazlasıyla kavuşan Hüsrev, gâyet neşelendi. Derhâl içeri girip, Hâce'ye talebe oldu. Oğlunun geri kalmasındaki inceliği daha sonra anlayan Seyfeddîn Mahmûd, bu hâdiseden sonra onu daha çok sevmeye başladı.
Bir süre sonra babasını kaybeden Emir Hüsrev'i, annesinin babası olan dedesi İmâdülmülk himâyesi altına aldı. Dedesinin yanında devrin ileri gelen âlim, edîb ve şâirleri ile tanıştı. On iki yaşlarında iken, anlayanlar tarafından şiirleri takdir ediliyordu. 1292 (H.692)'de dedesinin vefâtı üzerine Dehli sarayındaki Türk sultan ve kumandanlarının himâyesine girdi. Tam yedi sultandan sevgi ve alâka gördü. Sultan Mübârek Şâh Hallâcî, 1320 (H.720)'de vefât edince, Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın hizmet ve sohbetine koştu; hakîkî devlete saâdete kavuştu. Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın işâretiyle Hızır aleyhisselâmın sohbetiyle de şereflendi.
Hocasına olan muhabbet ve bağlılığı pekçok idi. Tam bir teslimiyet ile hocasının sohbetlerinde bulunur ve ziyâdesiyle istifâde ederdi. Hocası kendisini çok sever ve ona ayrıca husûsen teveccüh eder, yakınında bulundururdu. Diğer talebeler içinde, hocalarına en yakın olan bu idi. Her gece yatsı namazından sonra hocasının odasına girer, orada husûsî sohbette bulunurdu. Talebe arkadaşlarından birinin bir arzusu olursa; arzederdi.
Hâce Nizâmüddîn'in her tarafa yayılan cömertliğini duyan fakir bir adam, Hindistan'ın uzak bir yerinden yola çıkıp, mâlî sıkıntısını halletmek için, ondan çok mikdarda yardım almak ümîdiyle Dehli'ye geldi. Fakat o gün hazret-i Hâce'nin, bir çift eski ayakkabısından başka verebilecek birşeyi yoktu. Zavallı adam, bu yüce şahsiyetten aslâ böyle bir hediye beklemiyordu; fakat onu reddetmeye de cesâret edemedi. Bununla berâber, içinden, çok rahatsız oldu ve bu büyük zâttan böyle kıymetsiz bir hediye aldığı için, büyük bir hayâl kırıklığına uğradı. Aşırı bir kederle ve bu mevzu üzerinde düşünceye dalarak ayrıldı. Geri dönüşünde, yol üstünde gece dinlenmek için bir handa kaldı. Yine aynı gece Emîr Hüsrev, Bengal'den bir iş gezisinden, Dehli'ye dönüyordu. İhtişamlı maiyet, hizmetçiler ve zenginliklerle oraya varıp, aynı handa kaldı. Emîr Hüsrev, mücevher ve kıymetli taşların ticâretini yapıyor ve Dehli'nin en zengini biliniyordu. Ertesi sabah Emîr Hüsrev kalktığında, hayret edip; "Şeyhimin kokusunu duyuyorum." diye bağırdı. Han didik didik arandı ve sonunda tenhâ bir köşede, geceleyin Dehli'den gelen fakir bir yolcu bulundu. Dehli'de kaldığı zaman hazret-i Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın yanına gidip gitmediği sorulduğunda, adam üzüntülü bir şekilde; "Evet, hakîkatte ben bu uzun seyâhati, sâdece o büyük velîyi görmek ve sıkıntılarımı halletmek ve onun cömertlik ve ihsânından faydalanmak için yaptım. Eski ayakkabıları göstererek; fakat beni sadece kendisinin bu kıymetsiz ayakkabıları ile gönderdiği için üzgünüm" diye cevaplandırdı. Aşk ve muhabbetle yanan Hüsrev, derhâl adamdan; bütün bu büyük servet, köleler ve sâhib olduğu her şey karşılığında ayakkabıları kendisine vermesini istedi. Nakledildiğine göre, o zaman Emîr Hüsrev, diğer kıymetli eşyâlarından başka 500.000 gümüş para taşıyordu. Zavallı adam, bunu bir şaka kabûl etti. Fakat Hüsrev, üzerinde durarak, yeminle teklîfini tekrarladı ve hemen, sevgili hocasının ayakkabıları karşılığında bütün servetini vererek pazarlığı bitirdi.
Fakir adamın nasıl memnun olduğunu uzun uzun anlatmaya lüzum olmadığı açıkça bellidir. O, hazret-i Nizâmüddîn'in hayırseverliğinden hayâl ettiğinin yüzlerce katını, yine onun hürmetine başka biri vâsıtasıyla almıştı.
Emîr Hüsrev, Dehli'ye vâsıl olduğunda, hocasının ayakkabılarını, büyük bir hürmetle el üstünde taşıyarak, hazret-i Nizâmüddîn'in huzûruna çıktığında, yolda olan hâdiseyi kendisine arzedip ayakkabıları satın aldığını söyledi. Hazret-i Hâce; "Ona ne kadar para verdin?" dedi. O da; "Benim bir şeye yaramaz servetimin hepsini." diye cevap verdi. Hâce hazretleri tebessüm edip; "Onları ucuza almışsın." buyurunca, Emîr Hüsrev; "Efendim, çok şükür ki, onlara sâhip olan adam, yalnız servetimi teklif etmekle tatmin oldu. Hürriyetimi de isteseydi, benim sevgili hocamın bu mukaddes ve paha biçilmez hâtırasına sâhib olmak için memnûniyetle onu da verirdim." dedi.
Hüsrev, çok para kazandıran bir mesleğe sâhib olmasına rağmen, sâdık bir sûfî olarak, ilâhî bir ihsânla, böyle bir imtihânı en iyi şekilde başardı. Hocasının muhabbeti uğruna zenginliğini fedâ etti. Kendi zamânındaki birkaç Dehli sultanının sarayında en çok ihsâna mazhar olup, baş şâir olarak en yüksek mevkide bulunduğu gibi, hocasının en kıymetli talebesi olarak kalmayı da başaran bir dehâya sâhipti.
Emîr Hüsrev hazretleri, hocasından kendisine gelen husûsî iltifatları yazıp toplamıştır. Sultân-ül-meşâyıh HâceNizâmüddîn hazretleri, bir defasında Emîr Hüsrev'e hitâben; "Seni o kadar çok seviyorum ki, başka herkesten daralabilirim, fakat senden daralmam." buyurdu. Başka bir defâ da buyurdu ki: "Herkesten daralabilirim, hattâ kendimden bile. Fakat senden daralmam."
Hâce Nizâmüddîn bir gün, Emîr Hüsrev'e; "Bana duâ et! Seni benim yan tarafıma defnederler." buyurdu. Bu söz, daha sonra bir çok defâ kendisine hatırlatılmış, o da; "İnşâallah öyle olacaktır." buyurmuştur. Bir defâsında Emîr Hüsrev buyurdu ki: "Hocam bu talebesi ile (yâni benimle) ahd etti, sözleşme yaptı ve Cennet'e giderse, beni de berâberinde götüreceğini söyledi."
Bir gün Hâce Nizâmüddîn, gördüğü bir rüyâyı talebesi Emîr Hüsrev'e şöyle anlattı: "Şeyh Necîbüddîn Mütevekkil'in evinin önünde, pencerenin altından temiz, berrak bir su akıyordu. Bu fakîr de (yâni Hâce Nizâmüddîn) yüksek bir yerde oturuyordum. Beni hoş ve ümidli bir hâl kapladı. Öyle bir vakitte kalbimden sen geçtin. Kendim için ihsân ettiği nîmeti, sana da vermesi için Allahü teâlâya duâ ettim. Duâmın kabûl olduğunu biliyorum. O hâl inşâallah sende peydâ olup, meydana gelecektir."
Hazret-i Hâce, yine bir gün Emîr Hüsrev'i yanına çağırarak, gördüğü bir rüyâyı şöyle anlattı: "Cumâ gecesi rüyâmda; Şeyh-ul-İslâm Behâeddîn-i Zekeriyyâ hazretlerinin oğlu Şeyh Sadreddîn'i gördüm. Bana doğru geldiğini anlayınca tevâzu ile yanına vardım. O daha çok tevâzu eyledi. Bu sırada uzaktan sen göründün. Yanımıza geldin. Bâzı kıymetli bilgiler anlatmaya başladın. Bu sırada müezzin ezân okumaya başladı. Ben de uyandım. Bunun senin için ne yüksek mertebe olduğunu göreceksin." Emîr Hüsrev diyor ki: "Hâce hazretleri böyle anlatınca, ben mahcûbiyet ve çâresizlik içinde; "Efendim! O yüksek mertebede bulunmak bu hizmetçinin ne haddine. Neyim varsa, hepsi sizin ihsânınızdır." diye arzettim. Bu sözler üzerine, hocam içlerini çeke çeke ağlamaya başladılar. Onların bu hâli karşısında kendimi tutamayıp ben de ağladım. Bundan sonra hazret-i Hâce emretti. Husûsî bir külâh getirdiler. Mübârek eliyle bu hizmetçisine (Emîr Hüsrev'e) giydirdi ve; "Büyüklerin sözlerini her zaman kalbinde bulundur. Hiçbir zaman hatırından çıkarma!" buyurdu.
Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretleri, bir defâsında; "Eğer mümkün olsaydı, Hüsrev'le birlikte uyumayı ve aynı mezarda olmayı tercih ederdim." buyurmuştur.
Bir defâsında da; "Şâyet testereyi boğazıma dayayıp, talebem Hüsrev'den vazgeçmemi isteseler, başımı verip Hüsrev'i terketmemeyi tercih ederdim." buyurdu.
Hazret-i Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ Cennet yolcusu olduğu zaman, Emîr Hüsrev orada yoktu. Tuğluk Şâh ile Luknov taraflarına gitmişti. O yolculuktan dönüp acı haberi öğrenince, şaşkına döndü. Üzerine yıldırım düşmüş gibi oldu. Yanıyor, yanıyordu. Ayakta duramıyordu. "Sübhânallah! Güneş batmış. Hüsrev hayatta!" diye haykırdı. Mal mülk nâmına nesi varsa, sevâbı hocasının rûhuna olmak üzere hepsini fakirlere sadaka olarak verdi. Çok ağlıyordu. Bir defâsında; "Ben kendim için ağlıyorum. Hocamdan sonra çok yaşayamam." dedi. Hâce hazretleri, 1325 (H.725) senesi Rebîulâhir ayının 18. günü vefât etmişti. Emîr Hüsrev de, altı ay sonra 1325 (H.725) senesi Şevval ayının 18. günü vefât edip sevdiklerine kavuştu. Çok derin bir aşkla sevdiği hocasının ayak ucu tarafına defnedildi.
Emîr Hüsrev Dehlevî, şâirlerin sultânı, fazîlet sâhiplerinin önderi, sözleri kuvvetli olan yüksek bir zat idi. Konuşma sanat ve tavırlarındaki mânâ ve işâretlerde, önceki ve sonraki şâirlerden çoğu ona yetişememiştir. Konuşma tarzında, hocasının kendisine buyurduğu; "İsfehanlılar gibi konuş!" emrine uyardı. Gâyet fasîh ve belîğ olarak, açık, anlaşılır ve net konuşurdu. Bu edebî yönü yanında, tasavvufî hâli de pek yüksek idi. Evliyâlık yolunda üstün derece sâhibiydi. Pâdişâhlarla, âmirlerle görüşmesi, kalbinin dünyâ işlerine meyletmesine sebep olmazdı. Bu güzel hâli, eserlerinden daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü günah işleyenlerin kalblerinde bereket pek az bulunur. Belki de hiç bulunmaz. Bunun için, yazdıkları eserlerde bereket olmaz. Yâni böylelerinin yazdığı eserler, gönüllerde kabûl görmez ve kalblere tesir etmez.
Emîr Hüsrev hazretleri, vakitlerinin çoğunu ibâdet ile geçirirdi. Geceleri sabaha doğru uyanık olur, teheccüd (gece uyanıklık namazı) kılardı. Teheccüd için kalktığında, her gün Kur'ân-ı kerîmden 7 cüz (140 sayfa) okurdu.
Emir Hüsrev, birkaç lisânın ustasıydı. Türkçe, Farsça, Arapça ve Sanskritçe'de övülecek derecede mümtâz idi. Ana dili Türkçe ve Farsça olmakla birlikte, Arabîde, Arablarla müsâbakaya girecek derecede kendisini yetiştirmişti. Aynı zamanda çok iyi bir Sanskrit sâhası âlimi idi. Sanskritçeyi çok iyi bilirdi.
Şiirdeki mahâret ve dehâsı yanında o, aynı derecede bir nesir üstâdı idi. Düzyazı yazmanın kâideleri ve prensipleri üzerine bir şâheser olan meşhûr Nûh Sihpir'i o yazmıştı.
Edebî bakımdan bu kadar üstün, meşhûr ve zengin olmasına rağmen Emîr Hüsrev, hazret-i Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın sohbetlerinde, huzûrlarında tattığı mânevî âb-ı hayat karşılığında, bütün dünyevî zenginliklerden seve seve memnuniyetle yüz çevirip, bütün servetini mübârek hocasının bir çift ayakkabısı karşılığına gönül rahatlığı ile fedâ edebilen çok yüksek bir velî idi.
Bütün velîler gibi, Hâce Nizâmüddîn de, Hindistan'da yaşayan her tabakadan insanlar arasında, karşılıklı muhabbet ve îtimâdın geliştirilmesine çok alâka göstermişti. İdâre eden âmirler ile idâre edilenler arasında sevgi bağının kurulmasını tavsiye eder, bunun için gayret gösterirdi. Bu hususta ilk şart, konuşarak anlaşmaktı. Ayrıca Hindistan'da çok çeşitli lisanlar konuşuluyordu. Bunun için, bu çeşitli lisanlara tam bir vukûfiyeti olan Emîr Hüsrev hazretlerinden bütün Hind halkının aralarında anlaşmayı sağlayacak ve kolaylaştıracak yeni bir lisan bulması istendi. Bunun üzerine Emîr Hüsrev çalışmaya başlayarak, kuzey bölgesinde konuşulan mahallî dil ile Fârisî karışımı bir dil meydana getirdi; ve bu karışım Urducanın esâsını teşkil etti. Zamanla ve daha sonra gelen nesiller tarafından kullanılarak, bu yeni karışım, daha ince ve kültürel bir dil olan Urdu lisânı hâline geldi. Emîr Hüsrev'in Fârisî ve Hintçe karışımı hazırladığı bu yeni lisanda ilk şiir söyleyen yine kendisi oldu.
Hüsrev Dehlevî, dînimizin emir ve yasaklarına tam uyan, cömert, samîmî ve âşık biriydi. Şiir ve nesirlerinde dile ve mânâya hâkimiyeti, dilindeki âheng, tasvîrlerindeki güzellik ve derin kültür seviyesi açıkça görülür. Bu sebeple, hemen bütün doğuİslâm âleminde sevilip takdir görmüştür. Kısa zamanda Anadolu'ya ulaşan eserleri zevkle okunmuş, Dîvân Edebiyâtı Şâirleri tarafından üstâd olarak kabûl edilmiştir.
Bilinen eserleri dört kısım altında incelenmiştir:
1) Dîvânları: Tuhfet-üs-Sığâr, Vasat-ül-Hayât, Gurret-ül-Kemâl, Bakiyye-i Nakiyye, Nihâyet-ül-Kemâl.
2) Hamsesi: Matla'ul-Envâr, Şîrîn-ü Hüsrev, Mecnûn u Leylâ, Âyîne-i İskenderî, Hişt Behişt.
3) Târihî mesnevîleri: Kırân-ı Sa'deyn, Hıdır Han, Duvalrânî, Tuğluknâme, Nûh Sihpir.
4) Mensûr eserleri: İ'câz-ı Hüsrevî, Târîh-i Alâî, Ef'âl-ül-Fevâid.
Bu eserlerinin hemen hepsi Hindistan'ın çeşitli matbaalarında basılmıştır. Eserlerinin yazma nüshaları, İstanbul, Bursa, Konya, Kayseri kütüphânelerinde mevcuttur.
Bu zikredilen eserlerinden başka, Cevâhir-ul-Bahr, Bahr-ul-Ebrâr, Enîs-ül-Kulûb, Mir'ât-üs-Safâ, Menâkıb-ı Hind, Dehlî Târihi ve Makâlât-ı Çihâr-ı Yâr isimli eserleri de vardır.
EN KIYMETLİ ŞEY
Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretleri, Hüsrev'e yazdığı mektuplardan birisinde buyuruyor ki: "Bedenin âzâlarını koruduktan, onların sıhhatli olmalarını temin ettikten sonra İslâmiyetin beğenmediği her şeyden sakınmalı, haram ve mekruhlara aslâ yanaşmamalıdır. Allahü teâlâ her şeyi kıymetli yaratmıştır. Ama bir şeyi en kıymetli yaratmıştır. O da vakittir. Bunun için vakitleri en iyi şekilde değerlendirmeye çalışmalı, en kıymetli şeyi âhiret saâdetini elde etmekte kullanmalıdır. Her an geçip gitmekte olan bu kıymetli ömrü ganîmet bilmeli, zamânı boş ve uygunsuz şeyler ile geçirmemelidir. Bir iş yapacağı zaman, istihâre ve istişâre etmeli, bilenlere danışmalıdır. Bir iş yaparken, kalbinde inşirâh, açılma, genişleme, rahatlık bulunmazsa, o işi yapmamalı, vaz geçmelidir. Kalbinde inşirâh bulunmadan yapılan işin netîcesinin dâimâ sıkıntı olacağını iyi düşünmelidir."
1) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.105
2) Kâmûs-ul-A'lâm; c.3, s.3045
3) Siyer-ül-Evliyâ; s.98
4) Rehber Ansiklopedisi; c.5, s.108
5) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.10
6) Persian Literature; c.1, s.495
7) İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.4, s.157
8) Sefînet-ül-Evliyâ; s.98
9) Siyer-ül-Evliyâ; s.301
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.115