CELÂLZÂDE MUSTAFA ÇELEBİ
On altıncı asır Osmanlı âlimi ve büyük devlet adamı. 1491 (H. 895) senesinde Tosya'da doğdu. 1567 (H.975) yılında İstanbul'da vefât etti.
Babası, Tosyalı Kâdı Celâl'dir. Celâleddîn Efendi, medreseden yetişerek Rumeli tarafındaki kazâlarda kâdılık etmiş, derecesi Eşrâf-ı Kudât rütbesine kadar yükseldikten sonra kâdılıktan çekilerek, emekliye ayrılmış ve 1528 târihinde vefât etmiştir. Kâdı Celâleddîn, doğruluğu, yumuşak huylu ve mütevâzi olmasıyla kendisini sevdirmiş, içi dışı tertemiz bir zât idi. Kâdı Celâleddîn'in Mustafa, Sâlih veAtâullah isimlerindeki üç fazîletli oğlunun büyüğü Mustafa Çelebi'dir.
Mustafa Çelebi ilk medrese tahsîlini memleketinde gördükten sonra İstanbul'a gelip, Sahn-ı Semân medreselerinde dânişmendliğe kadar yükseldi. Dîvânî yazıdaki üstün kâbiliyeti ve Vezîriâzam Pîrî Mehmed Paşa ile Nişancı Seydî Beyin kendisini himâye etmeleriyle, medrese hayâtından ayrılarak, genç yaşında devlet hizmetine alındı. Yavuz Sultan Selîm Hanın iltifâtına mazhâr olup, 1516 senesinde Dîvân-ı Hümâyûn kâtipliğine tâyin edildi.
Bir gün Yavuz Sultan Selîm'e bâzı kimseler gelerek Amasya'da Gümüşlüoğlu Şeyh Mehmed'in, Sultan Korkut sağdır diye propaganda yaptığını ve başına adamlar topladığını bildirdiler. Bunun üzerine Pâdişâh şeyhi getirtip İstanbul'da hapsettirdi. Şeyh Mehmed Efendi doğru sözlü, ihlâslı ve muhterem bir zâttı. Bunu bilen Vezîriâzam Pîri Paşa derhal Pâdişâhın yanına gelerek Şeyh Mehmed hakkındaki sözlerin asılsız olduğunu ve bunu tahkik için mûtemed birisinin memur edilmesini arzetti. Bunun üzerine Sultan Selîm Han da; "Ehl-i vukûftan birisini bana gönder." diye tenbihledi. CelâlzâdeMustafa Çelebi'yi gören Pîri Paşa; "Dîvânda meseleler görüşüldükten sonra pâdişâhın yanına gideceksin, bir yere ayrılma." diye bildirdi. Pâdişâhın huzûruna çıkacağını duyan Celâlzâde büyük bir heyecan geçirdi ve dîvân müzâkerelerinden sonra arz odasına girdi. Sultan Selîm Han bu esnâda bir kitap mütâlaası ile meşguldü. Celâlzâde'yi görünce; "Celâl oğlu Mustafa sen misin?" diye sordu. "Ben kulun Pâdişâhım." demesi üzerine; "Gümüşlüoğlunu nasıl bilirsin? Cevher veya meder midir? (Yâni cevher veya toprak mıdır) nice idrâk kılursın, bilürsin?" dedi. Mustafa Çelebi de; "Evliyâlık membaının, kaynağının cevheri ve nefisle mücâdele meydanının hâlis eri bir ulu kişi bilirim." diye cevap verince; "Ulu mu, ulu mu, ulu mu?" diye üç kere tekrar ederek hiddet göstermiş. Fakat Mustafa Çelebi'nin her defâsında; "Evet pâdişâhım ulu kişidir." demesiyle hiddeti geçmiş ve kendisiyle sonra yumuşak bir şekilde konuşmuştur. Bu arada Celâlzâde'ye yevmiyesini de soran Selîm Han, on akçe olduğunu duyunca çok az bulmuş ve artırılmasını emretmiştir. Sonra da; "Şeyhe bizden selâm söyle, hatırını hoş tutsun." diyerek Celâlzâde'yi Gümüşlüoğlu'na göndermiştir.
Celâlzâde Mustafa Çelebi çalışkanlığı, vazîfesini kavraması ve sır saklaması sebebiyle gün geçtikçe pâdişâhın îtimâdını kazandı. Yavuz Sultan Selîm Han, devlet erkânından mahrem, gizli olarak bâzı yerlere göndereceği emirleri, Mustafa Çelebi'yi çağırtarak kendisine yazdırırdı.
Celâlzâde Mustafa Çelebi'nin dîvân işlerinde yetişmesinde, ikinci hâmisi Nişancı Seydî Beyin çok gayreti oldu. Nîmetin kadrini bilen bir kimse olan Mustafa Çelebi, Seydî Bey hakkında: "Benim mürebbî, muallim ve üstâdım idi. O, kânûn-şinâs idi. Umûr-ı kalemiyyede, yazışma işlerinde gâyet mâhirdi" demektedir.
Mustafa Çelebi, daha sonra hâmisi olan Vezîriâzam Pîri Mehmed Paşaya tezkireci, özel kalem müdürü oldu. Tahkîki îcâbeden bâzı mühim işlerde bulundu. Pîrî Paşa vezîriâzam bulunduğu müddetçe, onun tezkireciliğini yaptı. 1523 senesi Şâban ayında Pîrî Paşa emekliye sevk edilerek, yerine Rumeli Beylerbeyliği de üzerinde olarak, Enderûndan has odabaşı İbrâhim Ağa vezîriâzamlığa getirildi. Nişancı Seydî Beyin tavsiyesiyle Mustafa Çelebi, İbrâhim Paşaya da tezkireci oldu. Celâlzâde, bunu şöyle anlatıyor: "Maktûl İbrâhim Paşa, harem-i pâdişâhîden ilk defâ vezîriâzamlıkla çıkdıkda, kâtiplerden ehl-i vukûf, işini bilen bir kimse isteyip bu hakîri getirtip tezkireci edindi. Kendisinin ahvâl-i âleme, hükümet işlerine dâir durumlara tecrübesi olmadığından, şikâyetçiler de sıkıştırırdı. Durum aramızda gizlice ittifâk olundu. Eğer dînî meseleleri ilgilendiriyorsa kâdıaskere gönderilir, mâlî işleri ilgilendiriyorsa defterdâra gönderilir ve eğer kendisine ait vezâret ile alâkalı ise ben divit ve kaleme yapışırdım. O, hüküm yazılsın diye emrederdi."
Yavuz Sultan Selîm Hanın, Mısır'ı fethinden bir müddet sonra, Çerkes beyleri halkı kışkırtıp isyâna teşvik ederek, eski Çerkes kölemen ocağını yeniden tüttürmek istemişlerdi. Halka adâlet gösterilmediğini ve birçok kimsenin bu durumdan şikâyetçi olmalarını da bahâne olarak ileri sürüyorlardı. Bu şikâyetleri yerinde incelemek, tetkik ve tahkîk etmek üzereVezîr-i âzam İbrâhim Paşanın Mısır'a gitmesine lüzum görülmüş ve tezkireci Celâlzâde Mustafa Çelebi ile berâber, oldukça kalabalık bir heyet ve beş yüz kadar yeniçeri ile ve deniz yoluyla, 1524 senesi Zilhicce ayının başlarında hareket etmişlerdi. Mevsimin sonbahar ve gün dönümü fırtınalarına tesâdüf etmesi sebebiyle, ancak Rodos Adası önlerine veMarmaris taraflarına kadar gidilebilip, oradan karayolu ile Sûriye üzerinden Mısır'a varıldı. Vezîr-i âzam Kâhire'de durumu tahkîk etti. Memlûk sultanlarından Kayıtbay ve Kansu Gavri ile Mısır'ın ilk Osmanlı Beylerbeyi Hayır Bey'in tatbik ettikleri kânunları getirterek inceledi. Bunun üzerine hem hazîneyi, hem de halkı koruyacak âdilâne bir kânun tertib ettirdi. Bu yeni kânunun tedvîninde, hazırlanmasında, Celâlzâde'nin büyük hizmeti görüldü. İbrâhim Paşa on bir ay sonra, 1525 senesi Zilkâde ayında karayoluyla İstanbul'a geldi. Mustafa Çelebi, göstermiş olduğu hizmet ve liyâkatına karşılık, Haydar Çelebi'nin yerine Reîs-ül-küttâb tâyin edildi. Bu hizmette on sene bulundu ve seferlere iştirâk etti.
Kânûnî Sultan Süleymân'ın 1554 senesinde Irakeyn (Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab) seferinde Tebriz'den Bağdât'a hareketinden sonra Nişancı Seydî Beyin vefâtı sebebiyle makâmı boş kalmıştı. Bağdât'a girildikten sonra 5 Aralıkta, 180.000 akçe has ile Celâlzâde Mustafa Çelebi, Nişancılığa, Osmanlı Devletinde yabancı hükümdârlara gönderilecek mektuplarla ahidnâmelerin, vezirlere verilecek menşûr ve berâtların müsveddelerini hazırlamak, pâdişâhın adına yazılan fermân, berât vb. yazıların başına pâdişâhın tuğrasını çekmekle vazîfeli makama tâyin edildi. Celâlzâde nişancılıkta 23 sene kaldı ve asıl şöhrete bu çeyrek asırda kavuştu. Devlet kânunlarında mürâcaat edilen yegâne merci oldu. Kendisini yetiştiren Seydî Beyden daha fazla şöhret buldu. Devlet idâresine dâir bütün kânunlar onun elinden geçti ve onun tedbirleriyle hallolundu. Kânunlar üzerindeki bilgisi, ilmi ve ahlâkî fazîleti sâyesinde pek fazla şöhret bulduğundan; "Koca Nişancı" diye anılmaya başladı. En karışık meselelerin halli için onun mütâlaası alınıyordu. Meşhûr Tâcizâde Câfer Çelebi'den sonra Celâlzâde kudretinde bir nişancı gelmemiş ve yapmış olduğu kânunlar, yazışmalar, ahkâm ve menşûrlardaki ifâde tarzı, kendisinden sonra yarım asırdan ziyâde nümûne olmuştur. Celâlzâde'nin yüksek vukûf ve mesâisine mükâfât olarak, nişancılık hasları, o târihe kadar hiç bir nişancıya nasîb olmayan 300.000 akçeye çıkarılmıştır.
Celâlzâde Mustafa Çelebi, 1557 senesine kadar nişancılık makâmında kaldı. Yaşı yetmişe dayanmıştı. O târihte vezîr-i âzam bulunan Dâmâd Rüstem Paşanın tavsiye ve ısrârı üzerine görevinden istifâ etti ve"Müteferrika başılık" rütbesi verildi. Yerine değerli bir zât olan Eğri Abdizâde Mudurnulu Mehmed Bey tâyin olundu. Kânûnî Sultan Süleymân Han, Celâlzâde'nin kıymet ve ehliyetini ve uzun yıllar devâm eden hizmetini takdir ettiğinden, Vezîr-i âzam Rüstem Paşaya rağmen, o târihe kadar emsâli görülmemiş bir mükâfatla kendisini taltif etti. Nişancılığında almakta olduğu haslar ile emekli yaptı.
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın son seferinde müteferrika olması dolayısıyle, onun maiyyetinde bulundu. Zigetvâr muhâsarası esnâsında Nişancı Eğri Abdizâde Mehmed Bey vefât ettiğinden, Celâlzâde ikinci defâ Nişancı tâyin edildi. Kendisi, ihtiyarlığını ileri sürerek kabûl etmek istemedi ise de, kesin emir üzerine kabûle mecbur kaldı. Nişancılığa tâyini esnâsında Sultan Süleymân Han vefât etmişti (1566). Fakat vefât haberi pek gizli tutulduğundan hâriçten duyulmamıştı. Celâlzâde, pâdişâhın ölümünden haberdâr olmadığı için, nişancılık hil'atı giymek için otağ-ı hümâyûna girdiği vakit, hayatta zannettiği kadirşinâs pâdişâhının öldüğünü anlayınca, kendisini tutamayarak ağlamaya başladı. Fakat Vezîr-i âzam Sokullu Mehmed Paşanın îkâzı üzerine kendisini toplayanMustafa Çelebi memuriyet hil'atını giydikten sonra pâdişâhın vefâtını kimseye sezdirmemek için içi kan ağlar olduğu halde memnun bir şekilde sevinerek otağ-ı hümâyûndan dışarı çıktı. Onun bu hâlini görenler, pâdişâhın sıhhatte olduğu zannı ile şüphelerini giderdiler.
Mustafa Çelebi, ordu ile berâber İstanbul'a döndü ve Sultan İkinci Selîm Han zamânında da kısa bir müddet, yâni on üç ay kadar nişancılıkta bulundu. 1567 (H. 975) senesi Rebîulâhir ayında, yaklaşık 75 ilâ 80 yaşları arasında vefât etti. Eyyûb Sultan Nişancası'nda yaptırdığı câminin bahçesine ve kendisinden evvel vefât eden kardeşi Sâlih Çelebi'nin yakınına defnedildi. Vefâtı hakkında, Deli Kâdı'nın söylediği manzum târih, mezar taşına hâkkedilmiş, yazılmış olup, aynen şöyledir:
Celâl oğlu nişânî ki cihânın,
Fenâsın gördü azmetti bekâya.
Teni hâki olup aslına râci,
Karıştı rûh-ı pâki asfiyâya.
Yeri Cennet ola diyu melekler,
Feleklerden el açtılar duâya.
İşitip rûh-ı kudsî dedi târih:
İlâhî rahmet eyle Mustafa'ya!
Celâlzâde Mustafa Çelebi, câmiden başka, yine o civarda bir hamam ve Halvetiye tarîkatı için bir tekke yaptırdı.
Celâlzâde, uzun süren Reîs-ül-küttâblık ve nişancılığı zamânında çok adam yetiştirdi. Bunlar, gerek kendi zamânında ve gerekse sonradan devlet işlerinde mühim mevkilere geldiler. Kendisinin maiyyetinde bulunmuş olan Nevbaharzâde, Celâlzâde'nin nişancılığı zamânında onun divitdârı idi. Sonradan süratle yükselerek, defterdâr oldu. Defterdârlar, kânun üzere Dîvân-ı Hümâyûnda nişancının üst tarafında otururlardı. Bundan dolayı Nevbaharzâde'nin, nişancı Celâlzâde'den daha yüksekte oturması îcâbediyordu. Fakat Nevbaharzâde'nin; "Senelerce karşısında el kavuşturup durduğum devletlünün üst tarafına oturmam, azl-i ihtiyar ederim." demesi üzerine, keyfiyet, Kânûnî Sultan Süleymân Hana arzedildi. Pâdişâh, Nevbaharzâde'nin bu kadirşinâslığına memnûn olmuş ve bundan sonra nişancı ve defterdârdan hangisi kıdemli ise, o tekaddüm etsin (üst tarafta o bulunsun) diyerek, kânunu değiştirmiştir.
Celâlzâde Mustafa Çelebi, fevkalâde cömert bir zât idi. Tezkire sâhipleri ve Atâî, eserlerinde onun hâlinden çeşitli örnekler kaydetmektedirler. Bundan başka, çok merhametli ve iyilik sever bir zât olduğunda da, zamânının âlimleri ve bütün halk ittifâk etmişlerdir. 1558 senesinde, Eyyûb Sultan'daki konağında kendisini ziyâret etmiş olan Mekke Emîrinin elçisi Kutbüddîn-i Mekkî, Mustafa Çelebi hakkında; "Bu zât, huyunun güzelliği ve cömertliği ile o günkü insanların hepsinden üstün idi. Beni dâvet ile çok ihsânlarda bulundu. Ezcümle İstanbul'dan çıkacağım sırada bana; "Karadan mı, denizden mi gideceksiniz?" diye sordu. Ben de, denizden gideceğimi söyledim. "Niçin deniz tehlikesini tercih ediyorsunuz?" dedi. Ben de; "Elim dardır, onun için." diye karşılık verdim. Derhâl bana yüz altın liradan ziyâde para ile, gâyet latîf çuhalar ve güzel elbiseler verdi. Bir gece onun konağında yattım. Pek ziyâde ikrâm gördüm. Cenâb-ı Allah da onu azîz etsin, ona ikrâmda bulunsun, onun şânını yükseltsin!" diyerek, fevkalâde cömertliğini dile getirmektedir. Celâlzâde'yi tanıyan ve meclislerine devâm eden ve çeşitli hediyelerine kavuşan Latîfî, Tezkire sâhibi Âşık Çelebi ve Kınalızâde Hasan Çelebi gibi zâtlar da, onun ilmî kudretini uzun uzun medhettikten sonra, cömertlikte de zamânının en üstünü olduğunu, güzel ahlâk ile şöhret bulduğunu, ihsân ve ikrâmlarının bolluğunu, zayıfların ve fakirlerin hâmisi olduğunu yazmaktadırlar.
Mustafa Çelebi Türkçe inşâ, yazı yazmadaki kudret ve mahâretinden başka Arapça ve Farsçada da kalem sâhibi, âlim ve şâir bir zâttı. Kaleme aldığı berât veya menşûrlardaki inşâ, yazma sanatı kudreti, zamânına göre pek kuvvetlidir ve münşeâtı, yazışmaları, senelerce nümûne olarak kullanılmıştır. Bilhassa Safevî hükümdârı Şah Tahmasb'a yazılan nâme-i hümâyûn ve pâdişâhın emriyle Vezîr-i âzam İbrâhim Paşa için kaleme aldığı seraskerlik menşûru, kuvvetli kalem sâhibi olduğunun en parlak nümûnelerindendir.
Celâlzâde Mustafa Çelebi, Mevâhibü'l-Hallâk fî Merâtibi'l-Ahlâk isimli eserinde, iyi ve kötü huyların fayda ve zararlarından bahsetmektedir. Celâlzâde, her konuyu îzâh ettikten sonra o konu ile ilgili olan âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve velîlerin sözlerini yazıp çeşitli hikâyeler de zikrederek okuyucuyu aydınlatma yoluna gider. Eser bu hâli ile hem bilgi kaynağı, hem de bir ibretler hazînesidir. Sanki bir sohbet niteliğindedir. Okuyucu, âlim bir zâtın huzûrunda oturuyor ve ondan ders alıyormuş gibi olmakta ve aradaki menkıbelerle de dikkatini toplamaktadır.
İşte bütün insanlara lâzım olan, kalplere şifâ sunan, ruhlara ferahlık veren nasîhatlerinin birinde buyurdular ki:
Tasavvuf ehline göre murâkabe; kulun, kalbi ile Allahü teâlâyı zikredip, devamlı Allahü teâlânın, kullarının hâllerine muttali olduğunu, görüp bildiğini hatırından çıkarmaması, her nefeste Allahü teâlânın azâbından ve cezâsından korku üzere olmasıdır. Büyüklerden birisi; "Kul harama bakmamak ve günah işlememek için ne yapmalıdır?" diye sorduklarında; "Kul bir günah işleyince, Allahü teâlânın o hâline vâkıf ve işlediği günâhı gördüğünü aslâ unutmamak sûretiyle günah işlemekten korunabilir." buyurmuştur.
Hikâye: Abdullah ibni Ömer hazretleri köle bir çobana rastladı. Çoban koyunları otlatıyordu. Çobana, koyunlardan birini kendisine satmasını söyledi. Çoban; "Koyunlar benim değildir." dedi. Bunun üzerine İbn-i Ömer hazretleri; "Sen bana koyunu sat, sâhibine kurt yedi dersin." dedi. Çoban; "Fakat Allahü teâlâ her yerde hâzır ve nâzırdır. O bizi görmektedir." deyince, İbn-i Ömer hazretleri çobanı ve koyunları sâhibinden satın aldı. Çobanı âzâd ederek, koyunları o gence hediye etti.
Allahü teâlânın kendisini her an gördüğünü düşünen kimse O'ndan hayâ eder, günah işlemekten utanır. Allahü teâlânın azâbından ve cezâsından çok korkar. Bu sebepten günahlardan çok sakınır. Allahü teâlânın her şeyden onu hesâba çekeceğini bildiği için, hiçbir nefesini zâyi etmez, boşuna geçirmez. Dâimâ Allahü teâlâya tâatla meşgûl olur.
Hikâye: Sâlihlerden birisi vefât etmişti. Cenâzesini sabahleyin kaldırmalarına rağmen, çok kalabalık olduğundan, ancak ikindiden sonra defnedilebilmişti. O beldenin sâlihlerinden birisi, defnedilen zâtı rüyâsında görüp, ne hâlde olduğunu sordu. O da şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâ beni af ve mağfiret eyledi. Pekçok ihsânlarda bulundu. Fakat çok çetin hesap verdim. Çünkü bir gün oruçlu idim. Bir arkadaşımın anbarının önünde oturdum. İftar zamânı gelince o anbardan bir buğday tânesi alıp, ikiye böldüm. Tam yiyeceğim sırada, benim olmadığını düşünerek, iki parça buğdayı tekrar yerine koydum. Bu sebeple, kırdığım o bir tâne buğday yüzünden sevaplarımdan alıp, o buğdayın sâhibine verdiler."
Hikâye: Selmân-ı Fârisî hazretleri gecelerini namaz ve ibâdetle geçirirdi. Çok namaz kılmaktan dolayı yorulduğu zaman, "Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahü ekber, Lâ ilâhe illallah" gibi tesbîhle vakitlerini geçirmeye çalışırdı. Bundan da yorgunluk meydana gelince, Allahü teâlânın celâlini ve azametini, büyüklüğünü düşünürdü. Bir müddet tefekkürden sonra, nefsine; "Epeyce dinlendik, rahatladık." der, tekrar namaza dönerdi. Gece bitinceye kadar bu şekilde meşgûl olurdu.
Çok zaman olur ki, insan birinin ihtiyâcını gidermek için çok gayret sarfeder, fakat bu onun için mümkün olmaz. Allahü teâlâ, bu ihtiyâcı başka yoldan gönderir.
Mümin olan kimse başkalarının ayıbını setredip, gizlemeli, onları ifşâ etmemelidir. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Kim bir müminin ayıbını örterse, Allahü teâlâ da kıyâmet gününde onun ayıbını örter." Kabahatleri ve noksanlıkları görmemezlikten gelmek, dâimâ iyi şeyleri görmek, güzel ahlâktır.
Şöyle rivâyet edilir: Îsâ aleyhisselâm, havârîleri ile birlikte bir yere gidiyordu. Yolda bir köpek leşi gördüler. Çok da fenâ kokmaktaydı. Havârîlerin çoğu, köpek leşinin çok pis koktuğunu söylediler. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm; "Ne kadar beyaz dişleri varmış." buyurdu. Yâni dâimâ iyi tarafları görüp, onlardan bahsetmeli, kötü ve ayıp tarafları görmezlikten gelmelidir. Ancak, dînen bildirilmesi îcâbeden ayıpların bildirilip, müslümanların aynı duruma düşmelerini önlemek için olursa, mahzuru yoktur."
Yine haberde şöyle gelmiştir: Kıyâmet gününde, birisinin Cehennem'e atılması emrolunur. Cehennem'e götürülürken, o şahıs Cehennem ateşinden kurtulma ümidi ile üç defâ geriye dönüp bakar. Allahü teâlâ o kulunu geri çevirir. Ona; "Üç defâ geriye dönüp niçin baktın?" buyurur. O da şöyle cevap verir: "Yolun üçte birine geldiğimde; "...Gerçekten Rabbin cezâyı çok çabuk verendir. Yine şüphe yok ki, o çok bağışlayandır ve çok merhametlidir." (A'râf sûresi: 167) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırladım. Yolun yarısına gelince; "Ve bir günah işledikleri veya nefslerine zulmettikleri zaman, Allahü teâlâyı anarak hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenleri (ki günahları Allahü teâlâdan başka kim bağışlayabilir?), hem de yaptıkları günaha bile bile ısrâr etmemiş olanlar (var ya)." (Âl-i İmrân sûresi: 135) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırladım. Ümîdim daha da kuvvetlendi. Yolun üçte ikisine gelince; "(Ey Resûlüm, tarafımdan kavmine) de ki: Ey (günah işlemekle) nefslerine karşı haddi aşmış kullarım! Allahü teâlânın rahmetinden (sizi bağışlamasından) ümîdi kesmeyiniz. Çünkü Allahü teâlâ (şirk ve küfürden başka dilediği kimselerden) bütün günahları mağfiret buyurur." (Zümer sûresi: 53) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırladım." Allahü teâlâ mağfiret ve rahmeti ile o kulu Cehennem azâbından kurtardı.
Allahü teâlâ kullarına pekçok rızık vericidir. Rızık, mahlukların faydalandığı şeydir. Rızıklar zâhirî ve mânevî olur. Zâhirî rızıklar; yiyecekler, içecekler ve giyecekler v.b.dir. Mânevî rızıklar sayısızdır. Allahü teâlâ bunları kullarına ihsân eder. Kullar bunlardan faydalanırlar. Bütün faydalı rızıklar arasında iki rızık vardır ki, herkes ondan faydalanır. Merhum Şeyh Sâdî, bunu Gülistan'ın başında şöyle bildirmektedir: "İnsanın içine çektiği her nefes hayâtın devâmına, dışarı verilen nefes ise, vücûdun ferahlamasına ve rahatlamasına vesîledir. Her nefeste iki nîmet vardır. Her nîmetin şükrü ise vâciptir.
Allahü teâlâ kulları arasına, âlimler, pâdişâhlar, mürşidler, rehberler, sadaka verenler, insanlara faydalı kimseler koymuştur. Bunların hepsi rızıktır. İlme muhtâc olanlara âlimler yeter. İrşâda doğru yolu öğrenmeye muhtac olanlara mürşid-i kâmiller yol gösterir. Yiyecek ve içeceği olmayanların ihtiyâcını sadaka verenler giderir. Adâlete muhtâc olan mazlumlara âdil sultanlar fayda verir. Diğer dilek sâhiplerine de muhakkak bir yardım eden vardır.
Allahü teâlâ, düşmanlarından intikam alıcı, çirkin işleri beğenmeyip âsilere azâb edicidir. Allahü teâlânın cezâsı çok çetindir.
Hikâye: Peygamberlerden birisine bir cemâat gelip; "Allahü teâlânın, kullarından râzı olmasının alâmeti nedir?" diye sordular. Allahü teâlâ o peygamberine şöyle bildirdi: "Onların işlerini, onların iyilerine seçilmişlerine bırakırım. Yâni sultanlarını iyilerden eylerim. Gazabımın alâmeti odur ki, onların işlerini onların kötülerine bırakırım. Yâni adâletten ayrılan kimseleri onların başlarında bulundururum."
Eserlerinden başlıcaları şunlardır: 1) Tabakâtü'l-Memâlik ve Derecâtü'l- Mesâlik, 2) Mohaçnâme, 3) Rodos Fetihnâmesi, 4) Fetihnâme-i Karaboğdan, 5) Selîmnâme, 6) Mevâhibü'l-Hallâk fî Merâtibü'l-Ahlâk, 7) Delâil-i Nübüvvet-i Muhammedî ve Şemâil-i Fütüvvet-i Ahmedî, 8) Hediyyetü'l- Mü'minîn, 9) Cevâhirü'l-Ahbâr fî Hasâilü'l-Ahyâr, 10) Kânunnâme, 11) Târih-i kale-i İstanbul ve Ma'bed-i Ayasofya, 12) Mensûr, 13) Münşeât, 14) Dîvânçe.
1) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.466
2) Tuhfe-i Hattâtîn; s.152
3) Peçevî Târihi; c.1, s.743
4) Künh-ül-Ahbâr; c.2, vr. 167
5) Tezkiret-üş-Şu'arâ (Hasan Çelebi); v.227
6) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.113
7) Rehber Ansiklopedisi; c.3, s.197
8) Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi; c.1, s.406
9) Osmanlı Müellifleri; c.3, s.37
10) Selânikî Târihi; s.51
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.351