.
Ana Sayfa
Kıble
Kaynaklar
İletişim
Evliya Filmleri
Namaz
Namaz Vakti
Abdest
Hakkımızda
Sevgili Peygamberim
Asil bir aileye mensup olan Mevlana’nın annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmşâhlar (1157 Doğu Türk Hakanlığı) hanedanından Türk prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan'dır. Babası, Sultânü'l-Ulemâ (Âlimlerin Sultanı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatibi’dir. Eflâki’ye göre Hüseyin Hatibi, ilmi deniz gibi engin ve geniş olan bir âlim idi. Din ilminin üstadı ve âlimlerin büyüklerinden sayılan, güzel şiirler söyleyen Nişâbûrlu Raziyüddin gibi bir zat da talebelerindendi.
Kaynaklar ve Mevlana’nın sevgi yolunda gidenler eserlerinde Sultânü'l-Ulemâ Bahâeddin Veled'in nesebinin, anne cihetiyle on dördüncü göbekte Hazret-i Muhammed'in torunu Hazret-i Hüseyin'e; baba cihetiyle de onuncu göbekte Hazret-i Muhammed'in seçilmiş dört dostundan ilki Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'a ulaştığını kaydediyorlar.
Hz. Pir’in Babası Bahâeddin Veled Hazretleri'nin Şahsiyeti
Bahâeddin Veled, 1150'de Belh'de doğmuş, babası ve dedesinin manevi ilimleriyle yetişmiş; ayrıca Necmeddin-i Kübrâ (? -I221)'dan da feyz almıştır.
Bahâeddin Veled bütün ilimlerde eşi olmayan, olgun mana sultanı idi. ilâhî hakikatler ve Rabbani ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksız bir deniz gibi olan Bahâeddin Veled, Horasan diyarının, en güç fetvaları halletmede, tek üstadı idi ve vakıftan hiç bir şey almazdı; devlet hazinesinden kendisine tahsis edilen maaşla geçinirdi.
Kaynakların ittifakla rivayetine göre, devrinin âlimleri ve ulu müftüleri, Hazret-i Muhammed'in manevi işaretiyle, Bahâeddin Veled'e Sultanü'l-Ulemâ unvanını vermişlerdir. Bundan sonra da Bahâeddin Veled bu unvanla yâd edilmiştir. Bu unvanının verilişi Türklerin âdetiyle de izah edilebilir.
Türklerin güzel karakterlerini gösteren birçok âdetleri vardı. Türkler, yüksek kabiliyet ve fazilet sahiplerinin tanınmadan kaybolup gitmesine, unutulmasına razı olmazlardı. Onları halkın gözünde belirtmek, halkı ilim ve irfana yöneltmek için o gibi büyüklere lâyık oldukları birer unvan verilirdi. Bu anane, Türklerin ilme, fazilete karşı saygı duygularını gösteren parlak bir delildir. Hatta anane, gereğince imzaların üstünde bu unvanları kullanmaya mecburdurlar. Onlar kazandıkları bu unvanları kendileri için manevî bir rütbe sayarlar, nefisleri için bundan asla gurur duymazlardı.
Âlimler gibi giyinen Bahâeddin Veled, âdeti üzere, sabah namazından sonra, halka ders okutur; öğle namazından sonra dostlarına sohbette bulunur; pazartesi günleri de bütün halka vaaz ederdi. Vaazı esnasında umumiyetle, Yunan filozoflarının fikirlerini benimseyenlerin görüşlerini reddeder ve "Semavî (Allah’tan olan, ilâhî) kitapları arkalarına atıp, filozofların silik sözlerini önlerine alıp itibar edenlerin nasıl kurtulma ümidi olur." derdi. Bu arada Yunan felsefesini okutan ve savunan Fahreddin-i Râzî'ye ve ona uyan Harezmşah 'in aleyhinde bulunur; onları bidat ehli (dinde, peygamber zamanında olmayan, yeniden beğenilmeyen şeyleri çıkaranlar) olarak görür ve şöyle derdi: "Muhammed Mustafa'nın yürüyüşünden daha iyi yürüyüş; yolundan daha doğru bir yol görmedim."
Hazret-i Mevlana’nın Babası ile Belh'ten Çıkışları ve Konya'ya Gelişleri
Esasen tasavvuf ehline iyi gözle bakmayan ve bunların Harezmşah katında saygı görmelerini çekemeyen Fahreddin-i Râzî, Bahâeddin Veled'in açıkça kendi aleyhine tavır almasına da çok içerlediğinden onu Harezmşah'a gammazladı. Bahâeddin Veled'in de gönlü Harezmşah'tan incindi ve Belh'i terk etti. Ancak araştırıcılar, Bahâeddin Veled'in Belh'ten göç etmesine sebep olarak, Moğol istilasını gösterirler.
Sultânü'l-Ulemâ, aile fertleri ve dostlarıyla Belh şehrini 1212-1213 tarihlerinde terk ettikten sonra Hacca gitmeye niyet etmişti. Nişâbûr'a uğradı. Göç kervanıyla Bağdat'a yaklaştığında, kendisine hangi kavimden olduklarını ve nereden gelip nereye gittiklerini soran muhafızlara Sultânü'l-Ulemâ Şeyh Bahâeddin Veled şu manidar cevabı verir: "Allah’tan geldik, Allah'a gidiyoruz. Allah’tan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur."
Bu söz, Şeyh Şehâbeddin-i Sühreverdî (1145-1235)'ye ulaştığında : "Bu sözü Belhli Bahâeddin Veled'den başkası söyleyemez" dedi, samimiyetle ve muhabbetle karşılamaya koştu. Birbirleriyle karşılaşınca Şeyh Sühreverdî, katırından inip nezaketle Bahâeddin Veled'in dizini öptü, gönülden hürmetlerini sundu.
Bahâeddin Veled, Bağdat'ta üç günden fazla kalmadı ve Küfe yolundan Kâbe’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Bahâeddin Veled, yanında biricik oğlu Mevlana olduğu halde, göç kervanıyla Şam'dan Malatya'ya, oradan Erzincan'a, oradan Karaman'a uğradılar. Karaman'da bir müddet kaldıktan sonra, nihayet Konya'yı seçip oraya yerleştiler.
Göç Yolunda Hazret-i Mevlana’ya Teveccühte Bulunan Mutasavvıflar
Şeyh Attar Hazretleri: Belh'i terk ettikten sonra Bağdat'a doğru yola çıkan Bahâeddin Veled, Nişâbûr'a vardığında ziyaretine gelen Şeyh Ferîdüddin-i Attar (1119-1221:1230) ile görüşüp sohbet eder.
Sohbet esnasında Şeyh Attar, Mevlana’nın nâsiyesindeki (alnındaki) kemali görür ve ona Esrârname adlı eserini hediye eder ve babasına da: "Çok geçmeyecek ki, bu senin oğlun âlemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler salacaktır." der.
Şeyh-i Ekber Hazretleri: Sultânü'l-Ulemâ, Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam'a uğradı. Orada Şeyh-i Ekber Muhyiddin Ibnü'l-Arabî (1165-1240) ile görüştü. Şeyh-i Ekber, Sultanü'l-Ulema'nın arkasında yürüyen Mevlana’ya bakarak: "Sübhânallah! Bir okyanus bir denizin arkasında gidiyor!" demiştir.

Hazret-i Mevlana’nın Evlenmesi:
Karaman'da bulundukları 1225 tarihinde Mevlana, babasının buyruğu ile itibarlı, asil bir zat olan Semerkantlı Hoca Şerafeddin Lala’nın, huyu güzel, yüzü güzel kızı Gevher Banu ile evlendi. Mevlana dünya evine girdiğinde on sekiz yaşındadır.

Hazret-i Mevlana’nın, Konya'ya Yerleşmeleriyle İlgili Yorumu:
"Hak Teâlâ'nın Anadolu halkı hakkında büyük inayeti vardır ve Sıddîk-ı Ekber Hazretlerinin duasıyla da bu halk bütün ümmetin en merhamete lâyık olanıdır. En iyi ülke Anadolu ülkesidir; fakat bu ülkenin insanları mülk sahibi Allah'ın aşk âleminden ve deruni zevkten çok habersizdirler. Sebeplerin hakiki yaratıcısı Allah, hoş bir lütufta bulundu, sebepsizlik âleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Anadolu vilâyetine çekip getirdi.
Haleflerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki, ledünni (Allah bilgisine ve sırlarına ait) iksirimizden (altın yapma hassamızdan) onların bakır gibi vücutlarına saçalım da onlar tamamıyla kimya (bakışıyla, baktığı kimseyi manen yücelten olgun insan); irfan âleminin mahremi ve dünya ariflerinin hem demi (canciğer arkadaşı) olsunlar."
Hazret-i Mevlana’yı Yetiştiren Mutasavvıflar

Sultânü'l-Ulemâ Şeyh Bahâeddin Veled Hazretleri:
Önceki bahislerde şahsiyetini belirtmeye çalıştığımız Bahâeddin Veled, Mevlana’nın ilk mürşididir. Yani Mevlana’ya Allah yolunu öğretip, tasavvuf usulünce hakikatleri ve sırları gösteren tarikat şeyhidir.
Bütün İslâm âleminde yüksek itibar ve şöhrete sahip olan Bahâeddin Veled, Selçukluların Sultanı Alâaddin Keykûbat'tan yakın alâka ve sonsuz hürmet görür. Bahâeddin Veled, 3 Mayıs 1228 tarihinde Selçukluların baş şehri Konya'yı şereflendirip yerleştikten kısa bir süre sonra, son derece samimi dindar olan Sultan Alâaddin Keykûbat (saltanat müddeti 1219-1236), sarayında Bahâeddin Veled'in şerefine büyük bir toplantı tertip etti ve bütün ileri gelenleriyle birlikte onun manevî terbiyesi altına girdi.
Sultânü'l-Ulemâ'ya gönülden bağlı olan Sultan Alâaddin onu hayranlıkla şöyle över: "Heybetinden gönlüm tir tir titriyor; yüzüne bakmaktan korkuyorum. Bu eri gördükçe, gerçekliğim, dinim artıyor. Bu âlem, benden korkup titrerken ben, bu adamdan korkuyorum; ya Rabbi, bu ne hâl? İyice inandım ki o, cihanda nadir bulunan ve eşi benzeri olmayan bir Allah dostudur."
Dünya sultanına hükmeden, eşsiz Allah dostu mana ve gönül sultanı Bahâeddin Veled, 24 Şubat, 1231 tarihinde Cuma günü kuşluk vaktinde ebedi âleme göçtü. Geriye Muhammed Celâleddin gibi bir hayırlı oğul ile Maârif gibi bir eser bıraktı. Sultânü'l-Ulemâ, sadece duygu ve düşüncelerini açıkladı şöhret peşinde koşmadı. Etrafımdakilerini yetiştirdi ve onları daima aydınlattı. Bahâeddin Veled Hazretlerinin Eseri Maârif: Maârif, Bahâeddin Veled'in meclislerindeki anlattıklarının vaaz ve nasihatlerinin bizzat kendisi tarafından yazılarak bir araya getirilmesiyle meydana gelmiş tasavvufî, ahlâkî bir eserdir. Konusu, muhtevası ve üslûbu ile birinci derecede tasavvufî bir eser olan Maarif, hem kitabın kendi açısından, hem de Mevlana üzerindeki tesiri bakımından büyük bir önem taşır.

Seyyid Burhâneddin Hazretlerini Bekleyiş:
Bahâeddin Veled'in irtihalinde Mevlana yirmi dört yaşında idi. Babasının vasiyeti, dostlarının ve bütün halkın yalvarmaları ile babasının makamına geçti, oturdu. Mevlana, babasından sonra, Seyyid Burhâneddin ile buluşuncaya kadar, bir yıl mürşitsiz kaldı. 1232 tarihinde babasının değerli halifesi Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik-i Tirmîzî, Konya'ya geldi. Mevlana onun manevî terbiyesi altına girdi.

Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik-i Tirmîzî Hazretleri:
Seyyid Burhâneddin, mertebesi çok yüksek, bir kâmil mürşit idi. Maarif adlı eseri irfanının delilidir. Kendisine, daima kalplerde bulunan sırları bilmesinden dolayı, Seyyid Sırdan denirdi. Seyyid Burhâneddin, tâ çocukluk yıllarında bir lala gibi omuzlarında taşıyıp dolaştırdığı, Mevlana’ya dedi ki: "Bilginde eşin yok, seçkinsin. Ama baban hâl (manevî makam) sahibiydi; sen de onu ara, kalden (sözden) geç. Onun sözlerini iki elinle kavramışsın; fakat benim gibi onun haliyle de sarhoş ol. Böylece de ona tam mirasçı kesil; cihana ışık saçmada güneşe benze. Sen zahiren babanın mirasçısısın; ama özü ben almışım; bu dosta bak, bana uy."
Mevlana babasının halifesinden bu sözleri duyunca samimiyetle onun terbiyesine teslim oldu. Mevlana candan, samimiyetle, Seyyid Burhaneddin'i babasının yerine koydu ve gerçek bir mürşit bilerek gönülden, tam dokuz yıl ona hizmet etti. Bu zaman zarfında, o kâmil mürşidin kılavuzluğu ile mücâhede (nefsi yenmek için gayret sarf ederek) ve riyazetle (dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınarak perhizle) meşgul olup, o kâmil arifin feyizli sohbet ve nefesleriyle pişti, olgunlaştı, baştan ayağa nur oldu; kendinden kurtuldu, mana sultanı oldu. Nitekim Mesnevi’sindeki şu iki beyit, piştiğinin, kâmil insan mertebesine ulaştığının ifadesidir:
"Piş, ol da bozulmaktan kurtul... Yürü, Burhan-ı Muhakkik gibi nur ol. Kendinden kurtuldun mu, tamimiyle Burhan olursun. Kul olup yok oldun mu, sultan kesilirsin."
Hazret-i Mevlana’nın Konya Dışına Seyahati

Halep'e ve Şam'a Gidişi:
Mevlana, yüksek ilimlerde daha çok derinleşmek için, Seyyid Burhânedin'in izniyle Halep'e gitti. Halaviyye Medresesi'nde, fıkıh, tefsir ve usul ilimlerinde üstün bir âlim olan Adîm oğlu Kemâleddin'den ders aldı. Mevlana, Halep'teki tahsilini bitirdikten sonra Şam'a geçti. Burada, ilmî incelemeler yapmak için dört yıl kaldı. Bu zaman zarfında Şam'daki âlimlerle tanışıp, onlarla sohbet etti.

Şam'da Şems-i Tebrîzî Hazretleri ile Bir Anlık Görüşme:
Eflakî'ye göre Mevlana, Şam'da Şemseddin-i Tebrîzî ile de görüşmüştür; fakat bu görüşme kısa bir müddettir ve şöyle cereyan etmiştir: Şemseddin-i Tebrîzî, bir gün halkın arasında, Mevlana’nın elini yakalayıp öper ve ona: "Dünyanın sarrafı beni anla." diye hitap eder ve kaybolur. İşte bu sohbet veya bir anlık görüşme tarihinden takriben sekiz sene sonra Şems, Konya'ya gelecek ve Mevlana ile içli dışlı sohbet edecektir.

Hazret-i Mevlana Kâmil Bir Mürşit:
Yedi yıl süren Halep ve Şam seyahatinden sonra Konya'ya dönen Mevlana, Seyyid Burhûneddin'in arzusu üzerine birbiri arkasına, candan istekle ve samimiyetle, üç çile çıkardı. Yani üç defa kırkar gün (yüz yirmi gün) az yemek, az içmek, az uyumak ve vaktinin tamamını ibadetle geçirmek suretiyle nefsini arıttı. Üçüncü çilenin sonunda Seyyid Burhâneddin, Mevlana’yı kucaklayıp öptü; takdir ve tebrikle: "Bütün ilimlerde eşi benzeri olmayan bir insan; nebilerin ve velilerin parmakla gösterdiği bir kişi olmuşsun... Bismillah de yürü, insanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ; bu suret âleminin ölülerini kendi mana ve aşkınla dirilt." dedi ve onu irşat ile görevlendirdi.
Seyyid Burhâneddin, daha sonra, Mevlana’dan izin alıp Kayseri'ye gitmiş ve orada ebedî âleme göçmüştür (1241-1242). Türbesi Kayseri'dedir. Mevlana, Seyyid Burhâneddin 'in Konya'dan ayrılışından sonra, irşat (Allah yolunu gösterme) ve tedris (öğretim) makamına geçti. Babasının ve dedelerinin usullerine uyarak beş yıl bu vazifeyi başarı ile yaptı. Rivayete göre dinî ilimleri tahsil eden dört yüz talebesi ve on binden çok müridi vardı.
Hazreti Mevlana’nın Dostları, Halifeleri; Kendisine ilham Kaynağı Olan Mutasavvıflar:

Şems'i Tebrîzî Hazretleri:
Bu zatın adı, Şemseddin Muhammed olup doğumu 1186'dır. Tebrizli Melekdâd oğlu Ali'nin oğlu olan Şems, tahsilini bitirdikten sonra, zamanının yegâne şeyhi olarak gördüğü Tebrizli Şeyh Ebû Bekir Sellebâf'a (sele ve sepet örücüsüne) intisap etti ve onun terbiye ve irşadıyla yetişip olgunlaştı.
Şems, ulaştığı manevî makama kanaat etmediğinden daha olgun mürşitler bulmak arzusuyla seyahate çıktı. Senelerce takati tükenircesine birçok yerler dolaştı; zamanının arifleriyle görüştü. Bu arifler, mana âlemindeki uçuşundan kinaye olarak Şems'e, Şems-i Perende (Uçan Güneş) adını vermişlerdir. Şems, tâ çocukluğundan itibaren fikren ve ruhen hür bir derviş, kendinden geçercesine İlâhî aşka dalarak yaşayan bir şahsiyettir.
Şems, kendisini ruhen tatmin edecek seviyede bir Hak dostu bulamayan ve hep kendi mertebesinde bir sohbet arkadaşı arayan bir kâmil velidir. Yana yakıla, kendisine muhatap olabilecek, sohbetine dayanabilecek bir dost arayan Şems'in bir gece kararı elden gitti, heyecan içinde idi. Allah'ın tecellilerine gömülüp mest olmuş bir halde münacatında:
"Ey Allah'ım.' Kendi, örtülü olan sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum." diye yalvardı. Allah tarafından, istediğinin, Anadolu ülkesinde bulunan, Belh'li Sultânü'l-Ulemâ'nın oğlu Muhammed Celaleddin olduğu ilham edildi. Bu ilham ile Şems, 29 Kasım 1244 yılı Cumartesi sabahı Konya'ya geldi.

Hazret-i Şems ile Hazret-i Mevlana’nın Buluşmaları:
Mevlana ile Şems, bu iki kabiliyet, bu iki nur, bu iki ruh, nihayet buluştular; görüştüler. Bu tarihte Şems altmış, Mevlana, otuz sekiz yaşında idi. Bu iki ilâhî âşık, bir müddet yalnızca bir köşeye çekilerek kendilerini tamamıyla Hakk'a verdiler ve gönüllerine gelen ilâhî ilhamlarla sohbetlere koyuldular.
Sultan Veled der ki: "Ansızın Şems gelip ona ulaştı; ona maşukluk (sevilen, sevgili olmanın) hâllerini anlattı, açıkladı. Böylece de sırrı yücelerden yüceye vardı. Şems, Mevlana’yı şaşılacak bir âleme çağırdı; öyle bir âleme ki, ne Türk gördü o âlemi ne Arap."

Hazret-i Mevlana’nın Maşukluk Mertebesine Erişmesi:
Bu hususu Sultan Veled şöyle açıklar: "Âlemdeki erenlerin derecelerinden üstün bir derece vardır ki o, maşukluk durağıdır. Âleme bu maşukluk durağına dair haber gelmemiş; bu durakta bulunanların ahvalini hiçbir kulak işitmemişti. Tebrizli Şemseddin zuhur edip, Mevlana Celâleddin'i âşıklık ve erenlik mertebesinden, bu zamana kadar duyulmamış olan, maşukluk mertebesine eriştirmiştir. Esasen Mevlana, ecelde, maşukluk denizinin incisiydi; her şey döner, aslına varır."

Kim, Kimi Aradı?
Hatırlara gelebilecek, "Şems mi Mevlana’yı aradı; Mevlana mı Şems'i?" sorusuna şöyle cevap verebiliriz: Şems, Mevlana’yı; Mevlana da Şems'i aramıştır. Şems Mevlana’ya âşık ve taliptir; Mevlana da Şems'e âşık ve taliptir. Çünkü âşık, aynı zamanda maşuk; maşuk aynı zamanda âşıktır. Mevlana der ki:
"Dilberler (gönlü alıp götürenler, manevi güzeller) âşıkları, canla başla ararlar. Bütün maşuklar, âşıklara avlanmışlardır. Kimi âşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, âşık olmakla beraber maşuk tarafından sevildiği cihetle maşuktur da. Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar."

Hazret-i Mevlana’nın Manevi Yolculuğundaki Safhaları:
Mevlana, manevî yolculuğunu, olgunluğa ermesini, şu sözünde toplamıştır. "Hamdını, piştim, yandım." Mevlana’nın pişmesi, babası Sultânü'l-Ulemâ Bahâeddin Veled ve Seyyid Burhâneddin'in feyizli nefesleriyle; yanması da Şems'in nurlu aynasında gördüğü kendi güzelliğinin aşk ateşiyledir.

Hazret-i Mevlana ile Hazret-i Şems Hakkında:
Mevlana, Şems ile Konya'da buluştuğu zaman tamimiyle kemale ermiş bir şahsiyetti. Şems, Mevlana’ya ayna oldu. Mevlana, Şems'in aynasında gördüğü kendi eşsiz güzelliğine âşık oldu. Diğer bir ifadeyle Mevlana, gönlündeki Allah aşkını Şems'te yaşattı.
Mevlana’nın Şems'e karşı olan sevgisi, Allah'a olan aşkının miyarıdır (ölçüsüdür); çünkü Mevlana, Şems'te Allah cemalinin parlak tecellilerini görüyordu. Mevlana açılmak üzere bir güldü. Şems ona bir nesim oldu. Mevlana bir aşk şarabı idi, Şems ona bir kadeh oldu. Mevlana zaten büyüktü, Şems onda bir gidiş, bir neşve değişikliği yaptı.
Şems ile Mevlana üzerine söz tükenmez. Son söz olarak şöyle söyleyelim: Şems, Mevlana’yı ateşledi; ama karşısında öyle bir volkan tutuştu ki, alevleri içinde kendi de yandı.

Şems'i Tebrîzî Hazretleri'nin Konya'dan Ayrılışı:
Şems ile buluşan Mevlana, artık vaktini Şems'in sohbetine hasretmiş, Şems'in nurlarına gömülüp gitmiş, bambaşka bir âleme girmişti. Şems'in cazibesinde yana yana dönüyor, ilâhî aşkla kendinden geçercesine Sema ediyordu. Bu iki ilâhî dostun sohbetlerindeki mukaddes sırrı idrakten aciz olanlar, ileri geri konuşmaya başladılar. Neticede Şems, incindi ve Mevlana’nın yalvarmalarına rağmen, Konya'dan Şam'a gitti (14 Mart, 1246 Perşembe).

Hazret-i Şems'in Konya'ya Dönüşü:
Şems'in ayrılığından derin bir ıstıraba düşen Mevlana, manzum olarak yazdığı güzel bir mektubu, Sultan Veled'in başkanlığındaki kafileyle Şam'a, Şems'e gönderdi. Sultan Veled, kafilesiyle Şam'a vardı, Şems'i buldu ve babasının davet mektubunu, hediyelerle birlikte, saygıyla Şems'e sundu. Şems: "Muhammedi tavırlı ve ahlâklı Mevlana’nın arzusu kâfidir. Onun sözünden ve işaretinden nasıl çıkılabilir?" diyerek, Mevlana’nın davetine icabet etti ve 1247'de, Sultan Veled'in kafilesiyle, Konya'ya döndü.

Hazret-i Şems'in Kayboluşu:
Şems'in Konya'ya geri gelmesine herkes sevindi. Mevlana da hasretin sıkıntılarından kurtuldu. Artık Şems'in şerefine ziyafetler verildi; Sema meclisleri tertip edildi. Fakat huzurla, muhabbetle, dostluk içinde geçen günler pek çok sürmedi; dedikodular ve can sıkıcı durumlar yeniden başladı. Şems, o bahtsız dedikoducu topluluğun yine kinle dolduğunu, gönüllerinden sevginin uçup gittiğini, akıllarının nefislerine esir olduğunu anladı ve kendisini ortadan kaldırmaya uğraştıklarını bildi; Sultan Veled'e dedi ki; "Gördün ya, azgınlıkta yine birleştiler. Doğru yolu göstermekte, bilginlikte eşi olmayan Mevlana’nın huzurundan beni ayırmak, uzaklaştırmak, sonra da sevinmek istiyorlar.
Bu sefer öylesine bir gideceğim ki, hiç kimse benim nerde olduğumu bilemeyecek. Aramaktan herkes acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamayacak. Böylece birçok yıllar geçecek de yine kimse izimin tozunu bile göremeyecek. İşte Sultan Veled'e böyle yakınan Şems, 1247, 1248 tarihinde Konya'dan ansızın gidip kayboldu.
Şems'in kayboluşundan sonra Mevlana, herkesten onun haberini soruyordu. Kim onun hakkında aslı esası olmayan bir haber bile verse ve Şems'i falan yerde gördüm dese, bu müjde için sarığını ve hırkasını vererek şükrânelerde bulunuyordu.
Bir gün, bir adam, Şems'i Şam'da gördüm diye haber verdi. Mevlana buna, tarif edilemeyecek şekilde sevindi ve o adama, üstünde nesi varsa bağışladı. Dostlardan birisi, bu adamın verdiği haber yalandır, o Şems'i hiç görmemiştir, dediğinde Mevlana şu cevabı vermiştir : "Evet, onun verdiği bu yalan haber için üstümde neyim varsa verdim. Eğer, doğru haber verseydi, canımı verirdim."

Hazret-i Mevlana’nın, Şems-i Tebrîzî Hazretlerini Aramak için Şam'a Gidişi:
Mevlana, Şems'i çok aradı. Onun ayrılığıyla, gönülleri yakan, sızlatan, nice şiirler söyledi. Onu aramak için iki kere Şam'a gitti. Yine Şems'i bulamadı. Bu son iki seyahatin tarihleri kesin olarak bilinmemekle beraber, büyük bir ihtimalle 1248-1250 yıllan arasında olduğu söylenebilir. Sultan Veled'in ifadesiyle Mevlana, Şam'da suret bakımından Tebrizli Şems'i bulamadı ama mana yönünden onu, kendisinde buldu. Ay gibi kendi varlığında beliren Şems'i, kendinde gördü ve dedi ki: "Beden bakımından ondan ayrıyım ama bedensiz ve cansız ikimiz de bir nuruz. Ey arayan kişi! İster onu gör, ister beni. Ben o'yum o da ben…"

Konyalı Kuyumcu Şeyh Selâhaddin Hazretleri:
Yağıbasan'ın oğlu Konyalı Zerkûb (Kuyumcu) diye tanınan Şeyh Selâhaddin Feridun, Konya civarındaki bir gölün kenarında balıkçılıkla geçinen bir ailedendir. Ümmî olarak bilinen Şeyh Selâhaddin, gençliğinde Seyyid Burhâneddin'in terbiyesine girmiş, onun sohbetlerinde pişmiş, onun feyziyle olgunlaşmış, kâmil bir insandır. Ayrıca Şems'in sohbetlerinde de bulunmuş, ondan da feyz almıştır. Mevlana ile Şems buluşmalarında, altı ay Şeyh Selâhaddin'in hücresinde sohbet etmişlerdir. Onlara hizmet edebilme şerefine ve sohbetlerinde bulunabilme bahtiyarlığına eren zat, Şeyh Selâhaddin'dir. Şeyh Selâhaddin, kuyumcu dükkânında altın varak yaparak, helâlinden para kazanmak ve manevî hâlini kuvvetlendirmekle uğraşırdı.

Hazret-i Mevlana’nın Vecd ile Sema’ı:
Şeyh Selâhaddin'in, Mevlana ile tanışması tâ Seyyid Burhâneddin'in manevî terbiyesi altına girdiği tarihte başlar; fakat bütün sevgilerden tamamen vazgeçip Mevlana’ya manen bağlanmasına ve vakitlerini onun sohbetlerine hasretmesine sebep şu hâdisedir: Mevlana bir gün Şeyh Selâhaddin'in Kuyumcular çarşısındaki dükkânının önünden geçmektedir. İçerde varak yapmak için çekiçle altın dövmekte olan Kuyumcu Şeyh Selâhaddin ve çıraklarının çekiç darbelerinden çıkan sesleri duyan Mevlana, o hoş seslerin ahengi ile cezbelenir (Allah tarafından manen çekilerek iradesi elden gider) ve vecd ile (kendinden geçip İlâhî aşka dalarak) Sema etmeye başlar. Dışarıda Mevlana’nın Sema ettiğini gören Şeyh Selâhaddin onun, çekiç darbelerinin ahengine, ritmine uyarak Sema ettiğini anlayınca, altınının zayi olmasını düşünmez ve çıraklarına, çekiç darbelerine devam etmelerini emrederek kendisi de dışarı fırlar ve Mevlana’nın ayaklarına kapanır."

Hazret-i Mevlana’nın, Şeyh Selâhaddin Hazretleri'ni Kendisine Hemdem ve Halife Seçmesi:
Mevlana, son Şam seyahatinde, mana yönünden Şems'i ay gibi kendinde gördükten sonra, onu aramaktan vazgeçti ve kendisine Şeyh Selâhaddin'i dost ve hemdem olarak seçti. Mevlana, Şems'e duyduğu muhabbet ve gönül bağlılığının aynısını Şeyh Selâhaddin'e de gösterdi ve bu zat ile sükûn buldu.
Mevlana, Allah'ın cemal tecellileri içinde ruhen manevî bir âlemde yaşadığından, müritlerinin irşadıyla bizzat uğraşamamış ve onların irşat ve terbiyesine, en seçkin, en ehil dostlarından birini tayin etmiştir, işte Şeyh Selâhaddin, bu vazifeye ilk olarak tayin ettiği dostudur. Mevlana, Şeyh Selâhaddin'e yalnız manevî bir bağ ve içten gelen muhabbetiyle kalmadı, onun kızı, hakkında : "Benim sağ gözüm" diyerek iltifatta bulunduğu Fatma Hatun'u, oğlu Sultan Veled'e almak suretiyle aralarında bir akrabalık bağı da kurdu.

Şeyh Selâhaddin Hazretleri'nin Olgunluğu:
Mevlana’nın, Şems ile dostluğunu çekemeyenler bu sefer de Mevlana’nın Şeyh Selâhaddin'e gösterdiği yakınlığa haset etmeye başladılar. Şeyh Selâhaddin'i, ümmîdir diye, yüksek irşat makamına lâyık görmüyorlardı. Şems'e yaptıkları gibi küstahlığa kalkıştılar. Kendisine kötü düşünce ile bakan bahtsız, zavallılara Şeyh Selâhaddin:
"Mevlana, beni yalnızca herkesten üstün tuttu da bu yüzden inciniyorsunuz. Bilmiyorsunuz ki, benim apaçık bir görünüşüm yok, ben bir aynayım. Mevlana, bende kendi yüzünü görüyor; ne diye kendini seçmesin? O, kendi güzelim yüzüne âşık; bundan başka bir fikre düşmek, kötü bir şey." diyerek, kemal ve mahviyetini (ileri derecede alçak gönüllülüğünü) göstermiştir.

Şeyh Selâhaddin Hazretleri'nin Ebedî Âleme Göçüşü:
Mevlana ile Şeyh Selâhaddin, on yıl birbirleriyle adeta mest olarak görüşüp sohbet ettiler; ayrılık mahmurluğunu tatmadan, visal âleminde safâlar sürdüler. Nihayet Şeyh Selâhaddin hastalandı ve ebedi âleme göçtü (1259).

Çelebi Hüsameddin Hazretleri:
Çelebi Hüsameddin, vaktiyle Konya'ya göçmüş bir soylu ailedendir ve doğum yeri Konya'dır (1225). Çelebi lâkabını kendisine veren Mevlana’dır. Gençliğinin ilk yıllarında, Ahilerin şeyhi olan babasını kaybeden Çelebi Hüsameddin, zamanının bütün ulu kişileri ve şeyhlerinden yakın alâka ve himaye gördüğü hâlde, bütün hizmetkârları ve arkadaşlarıyla, Mevlana’nın hizmetini seçmiştir. Böylece Mevlana’nın terbiyesinde yetişip olgunlaşmış, kâmil insan olmuştur.
Hazret-i Mevlana’nın Çelebi Hüsameddin’i Kendisine Hemdem ve Halife Seçmesi:
Mevlana, Şeyh Selâhaddin'den sonra kendisine hemdem ve halife olarak Çelebi Hüsameddin’i seçti ve dostlarına şöyle dedi: "Ona baş eğin, önünde acizcesine kanatlarınızı yere gerin! Bütün buyruklarını yerine getirin; sevgisini canınızın tâ içine ekin. O rahmet madenidir, Allah nurudur."
Mevlana’nın bu buyruğu üzerine, bütün dostlar ona itaat ettiler. Sultan Veled'in diliyle: "Bütün dostlar, onun lütuf suyuna testi kesildiler. Şems'e ve Şeyh Selâhaddin'e yapmış oldukları aşağılık hareketlerden kurtulmuşlar, edeplenmişlerdi. Haset etmeden Çelebi Hüsâmeddin'e itaat ettiler." Çelebi Hüsâmeddin on beş sene Mevlana’nın şerefli sohbetinde bulundu. Mevlana’dan sonra da dokuz sene irşat makamında, Mevlana’nın postunda oturdu.
Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri'nin Değeri: Mevlana, ancak Çelebi Hüsâmeddin'in bulunduğu mecliste rahat bulur, huzur duyar, coşup manalar saçar, hakikat ilminden bahisler açardı. Mevlana’ya göre, hakikatler memesinden manalar sütünü emip çıkaran Çelebi Hüsâmeddin'dir. Mesnevi’sinde bu manaya işaretle şöyle der:
"Bu söz, can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor. Dinleyen susuz ve arayıcı olursa, vazeden ölü bile olsa söyler. Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir. Kapımdan içeri, namahrem girince, harem halkı, perde arkasına girer, gizlenir. Zararsız ve mahrem birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler, yüzlerindeki peçeyi açarlar. Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır. Çengin zir (en ince) ve bam (en kaim) nağmeleri, nasıl olur da sağır kulak için terennüm edilir? Allah, miski beyhude yere güzel kokulu yapmadı. Koku duyan için yarattı; koku almayan için değil." İste İslâmî Tasavvuf edebiyatının en büyük didaktik şaheseri olan Mesnevi’yi Çelebi Hüsameddin, Mevlana’nın tükenmez bir hazineye benzeyen ruhundan çekip çıkarmıştır.

Çelebi Hüsameddin Hakkında:
Mevlana’nın kırk yıl samimiyetle hizmetinde, sohbetinde bulunan Sipehsâlâr, Risalesinde, Çelebi Hüsameddin’in değerini şu cümlelerle belirtiyor: "Hakikatte Hüdâvendigâr Hazretlerimizin tam mazharı Çelebi Hüsameddin idi ve bütün Mesnevî-i Şerif O'nun ricası ile yazılmıştır. Bütün tevhid ve aşk ehli, kendilerine bahşedilen Mesnevi’nin yalnızca yazılması hususundu, kıyamete kadar Çelebi Hüsameddin’e teşekkür etseler, yine şükran borçlarını ödeyemezler."

Mesnevi'nin Yazılışı:
Eflâkî, Mesnevi’nin yazılıp tamamlanmasını anlattığı bahiste diyor ki: "Mevlânâ Hazretleri, asil kişilerin sultanı Çelebi Hüsameddin’in cazibesi ile heyecanlar içerisinde Semâ ederken, hamamda otururken, ayakta, sükûnet ve hareket hâlinde daima Mesnevi'yi söylemeye devam etti. Bazen öyle olurdu ki, akşamdan başlayarak gün ağarıncaya kadar birbiri arkasından söyler, yazdırırdı. Çelebi Hüsameddin de bunu süratle yazar ve yazdıktan sonra hepsini yüksek sesle Mevlânâ'ya okurdu. Cilt tamamlanınca Çelebi Hüsameddin, beyitleri yeniden gözden geçirerek gereken düzeltmeleri yapıp tekrar okurdu." Bu şekilde dikkatlice 1259-1261 yılları arasında yazılmaya başlanılan Mesnevi, 1264-1268 yıllan arasında sona erdi.

Hazret-i Mevlana’nın Baki Âleme Göçüşü:
Mevlana, Çelebi Hüsameddin ile tam on beş sene güzel demler, hoş sofalar sürdü. Bu müddet zarfından bahtsızların fitne ve hücumundan uzak, huzur ve sürür içinde yaşadı. Dostları o'nun cemalinin nuruna pervane olmuşlardı. Mevlana, artık son anlarını yaşadığını, özlediği ebedî cemal âlemine kavuşacağını anlamıştı. Ansızın hastalanıp yatağa düştü. Mevlana’nın hastalık haberi Konya'da yayıldığı zaman ahali, şifalar dilemeye, gönlünü, duasını almaya geliyorlardı.

Şeyh Sadreddin-i Konevî Hazretleri'nin Ziyareti:
Şeyh Sadreddin (? - 1274) de talebeleriyle birlikte Mevlana’ya geçmiş olsun demeye geldi ve çok üzüldüğünü beyan edip: "Allah yakın zamanda şifalar versin. Hastalık ahirette derecenizin yükselmesine sebeptir. Siz âlemin canısınız, inşallah yakın zamanda tam bir sıhhate kavuşursunuz" diye temennide bulundu. Bunun üzerine Mevlana: "Bundan sonra Allah sizlere şifa versin. Âşığın maşukuna kavuşmasını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musun?" dedi. Şeyh Sadreddin, yanındakilerle birlikte ağlayarak kalkıp gitti.

Hazret-i Mevlana’nın Hanımına Cevabı:
Mevlana, dostlarına ve aile efradına, bu dünyadan göçeceğine üzülmemelerini söylüyordu; fakat onlar, bedenen de olsa, bu ayrılığı kabullenemiyorlar, ağlayıp inliyorlardı. Mevlana’nın hanımı, Mevlana’ya hitaben: "Ey âlemin nuru, ey âdemin canı… Bizi bırakıp nereye gideceksin?" diyerek ağlıyor ve ilâve ediyordu: "Hudâvendigâr Hazretleri'nin dünyayı hakikat ve manalarla doldurması için üç yüz veya dört yüz yıllık ömrünün olması lâzımdı."
Mevlana da cevaben: "Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ve ne de Nemrûd'uz, bizim toprak âlemiyle ne işimiz var, bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Ben, insanlara faydam dokunsun diye dünya zindanında kılmışım; yoksa hapishane nerede ben nerede? Kimin malını çalmışım? Yakında Allah'ın sevgili dostunun, Hazreti Muhammed'in yanına döneceğimiz umulur." dedi.

Hazret-i Mevlana’nın Tavsiye Ettiği Bir Dua:
Mevlana son demlerinde iken, dostu Sırâceddin-i Tatarî'yi yanına çağırarak, kendisine şu duayı öğretmiş ve sıkıntılı zamanlarında okumasını tavsiye etmiştir: "Ya Rabbi.' Bana, ne senin zikrini unutturacak, sana şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü arttıracak bir sıhhat ver. Ey merhamet edenlerin merhametlisi! Merhametinle bu duamı kabul et."

Hazret-i Mevlana’nın Vasiyeti:
"Ben Size, gizli ve alenî, Allah'tan korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan sâlih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim. İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah'a mahsustur. Tevhîd ehline selâm olsun.''

Şeb-i Arûs:
İrfan ve sevgi güneşi Mevlana, 5 Cemâziye'l-âhir, 672 (17 Aralık, 1273) Pazar günü gurup vakti, bütün parlaklığı ile bütün güzellikleriyle gülerek ebediyet âleminin asumanına doğdu. Mevleviler, o geceye Şeb-i Arûs derler.

Hazret-i Mevlana’nın Cenaze Merasimi:
Müslüman olan, Müslüman olmayan, küçük, büyük ne kadar Konyalı varsa hepsi, Mevlana’nın cenaze merasimine katıldı. Müslümanlar, Müslüman olmayanları sopa ve kılıçla savmaya çalışarak, onlara: "Bu merasimin sizinle ne ilgisi vardır? Bu din sultanı Mevlana bizimdir, bizim imamımızdır" diyorlardı. Onlar da şu cevabı veriyorlardı: "Biz Musa'nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun sözlerinden anlayıp öğrendik. Kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl onun muhibbi ve müridi iseniz, biz de onun muhibbiyiz.
Mevlana Hazretleri'nin zatı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunun hakikatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır. Mevlana ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiç bir aç gördünüz mü?"

Hazret-i Mevlana’nın Cenaze Namazı:
Mevlana’nın vasiyeti üzerine Şeyh Sadreddin, Mevlana’nın namazını kıldırmak üzere niyetlendiğinde dayanamayıp baygınlık geçirdi. Bunun üzerine namaza Kadı Sirâceddin imamlık etti.

Hazret-i Mevlana’ya Yeşil Kubbe:
Mevlana’ya Yeşil Kubbe denilen Türbe, Sultan Veled ile Alameddin Kayser'in gayreti ve Emir Pervane'nin eşi (Sultan II. Gıyâseddin Keyhüsrev'in kızı) Gürcü Hatun'un yardımıyla Çelebi Hüsameddin zamanında yapıldı. Türbe'nin mimarı, Tebrizli Bedreddin'dir. Selimoğlu Abdülvâhid adlı bir sanatkâr da Mevlana’nın kabri üzerine, Selçuklu oymacılığının şaheseri olarak kabul edilen, büyük bir ceviz sanduka yapmıştır. Bu sanduka bugün, Sultân'ül-Ulemâ Bahâeddin Veled'in kabri üzerindedir.

Hazret-i Mevlânâ'nın Ölüme ve Mezara Bakışı:
"Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit şüpheye düşme. Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem işte hayıflanmanın sırası o zamandır. Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme. O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır. Beni kabre indirip bırakınca, sakın elveda elveda deme; zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir. Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan geliyor ki? Sana batmak görünür, ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür, ama o, canın kurtuluşudur. Hangi tohum yere ekildi de bitmedi! Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun! Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf u ne diye kuyuda feryat etsin? Bu tarafta ağzını yumdun mu o tarafta aç. Zira senin hâyuhûyun, mekânsızlık âleminin fezasındadır."

Hazret-i Mevlana’nın Ziyaretçilerine Seslenişi:
"Kardeş, Mezarıma defsiz gelme; çünkü Allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz. Hak Teâlâ beni aşk şarabından yaratmıştır. Ölsem, çürüsem bile, ben yine o aşkım." "Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız? Bizim mezarımız, ariflerin gönüllerindedir."
Hz. Mevlana’nın asıl adı Muhammed Celâleddin'dir. Mevlana ve Rumi de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz manasına gelen Mevlana ismi O'na daha pek genç iken Konya'da ders okutmaya başladığı tarihlerde verilir. Bu ismi, Şemseddin-i Tebrizî ve Sultan Veled'den itibaren Mevlana’yı sevenler kullanmış, âdeta adı yerine sembol olmuştur. Rumi, Anadolulu demektir. Mevlana’nın, Rumi ismiyle tanınması, geçmiş yüzyıllarda “Diyar-ı Rum” denilen Anadolu ülkesinin vilâyeti olan Konya'da uzun süre oturması, ömrünün büyük bir kısmının orada geçmesi ve Türbesininde orada olmasındandır. Mevlana’nın doğum yeri, bugünkü Afganistan'da bulunan, eski büyük Türk kültür merkezi: Belh’tir. Mevlana’nın doğum tarihi ise (6 Rebîu'l-evvel, 604) 30 Eylül 1207'dir.

::.... Hazret-i Mevlana’nın Hayatı....::
<< geri